İlle de 'vatan, millet, Sakarya!'
“Memleket” meseleleri ile çok uzun süredir haşır neşiriz. Ama ortalığı toz ve dumanın kapladığı günümüz Türkiye’sinde, artık “memleket” kelimesinin anlamının bile karmakarışık olduğunu görenlerdeniz. Eskiden “Vatan, Millet, Sakarya” üçlemesi, bir insanın karşılıksız olarak memleket sevdasına işaret ederken, şimdilerde “enayilik” anlamına gelen bir aşağılama haline de getirilmiş bulunmakta.
Türk insanının “çantada keklik” zannettiği memleket kavramının, o kadar da çantadaki keklik olmadığını bir kere daha anlamamız için, memleketten binlerce kilometre uzaklara gitmek gerekiyormuş herhalde. Yaşadığımız o an, unutulmaz şairimiz Hasan Hüseyin Korkmazgil’in Ağlasun Ayşafağı epik nehir-şiirindeki satırları hatırlatan bir kurgudaydı:
“Ben aşkı oralarda bir gömüt kapağında gördüm de bir gece, çıldırayazdım.
Mermer bir gömüt kapağında oralarda bir sokağın.
Temmuz tozlarında bir gece el ayak çekilmişti.
Selvi uzun meşe bodur çay serin.
Beni unutmayın beni unutmayın diyordu birileri.”
Şairimiz Hasan Hüseyin, Torosların tepelerinde bir yerde, ayışıklı bir gecede, Anadolu'nun destanını düşünüp yazmıştır bu uzun şiiri. Memlekete ve ötelerden gelen tarihine duyduğu derin aşk ile düşüncelere ve düşlere dalan Hasan Hüseyin, Anadolu insanının özlemlerini ve endişelerini yaşayanların destanını yazmıştır.
GURBETTE KAYBOLMANIN ACILIĞI
Biz de o Ağlasun Ayşafağı anını, Toroslardan binlerce kilometre ötelerde bir yerlerde, yeniden yaşadık bu son Amerika turnemizde. Ohio’da, mısır tarlalarının ortasındaki bir üniversite kampüsündeydik daha iki gün önce. Konserimizden hemen sonra, bizim gibi İngilizcesi biraz aksanlı genç bir kız öğrenci geldi ve biraz da utanarak sizinle biraz konuşmak istiyorum dedi. Konser sonrası bu tür öğrenci sohbetleri çok olduğu için, kabul ettik ve herkes gittikten sonra, biraz sohbet için salonun bir köşesinde oturduk.
Adının Zahra olduğunu söyleyen genç öğrencimiz, “ben kendimi tamamiyle kaybolmuş hissetmekteyim, ne yapmam gerek” deyince biraz da irkildik. Çünkü genel olarak çaldığımız müzik, okuduğumuz şiirler konusunda sorular gelirdi hep. İlk defa bu kadar doğrudan, birisinin yaşamı ile ilgili bir itiraf ve derin bir soru ile karşılaşmıştık. Şaşırdık elbette. Henüz aklımızda bir cevap bulunmadığı için olmalı, sen hangi memlekettensin diye sorduk. Ve ekledik, Filipinlerden misin diye. Çünkü gözleri çekik ve esmerdi, ki Filipinlileri iyi tanıdığımız için, onu da Filipinli’ye benzetmiştik. Genç öğrencimiz Afganistan’dan olduğunu belirtince, durum daha da ilginç bir hale geldi.
MEMLEKET, VATAN, ANAYURT BOŞ SÖZLER MİDİR?
Ohio’nun mısır tarlalarının tam da ortasında, yaklaşık on kadar Afgan öğrenciden biriydi Zahra. Türk Sufi müziğini, hele de Ramazan ayının başında bir Amerikan üniversitesinde dinleyebilmenin garipliğini ve mutluluğunu yaşayan bir grup idi bu. Aslen şimdiki Afganistan’ın Belh şehrinden olan Mevlana Celalddin Rumi’nin şiirilerini de okuduğumuz konserimizde, herhalde kendi memleketlerini bulmuş olmalıydılar. Mevlana’nın ortak bölen olduğu İpek Yolunun Türk ve Afgan evlatları, İpek Yolunun binlerce kilometre uzaklarında bir yerlerde, “memleket” duygusunu paylaşmaktaydılar.
Elbette, Afganistan’ın mevcut hali sebebiyle, bu öğrenciler pratik olarak memleketlerini “kaybetmiş” olmanın hüznünü de yaşamaktaydılar. Bizim için her an dönebileceğimiz ve gidebileceğimiz bir memleketimiz varken, onların çoğu için Afganistan bir hayal ülkesi haline gelmişti. Amerikan işgalinin yarattığı karmakarışık siyaset, bu genç nesil için, ülkelerini kaybetme haline dönüşmüştü. İşte bizim genç Zahra arkadaşımız da bu duygular içinde, kendini kaybetmiş olduğunu itiraf edip, naçizane bizden bir anlamlı öneri beklemekteydi. Elbette genç bir insanın, hiç tanımadığı ve ilk kez gördüğü bir yabancıya, “ben kayboldum, ne yapmalıyım” sorusunu sorabilmesi için ne kadar büyük bir cesaret gerektiğini tahmin edebilirsiniz.
HAYATI ANLAMLANDIRAN MEMLEKET HİKAYELERİ
Ağlasun Ayşafağı’ndaki duygulara benzer bir ruh hali ile, Zahra’ya hayatın aslında gösterildiği kadar karmaşık olmadığını, çok basit bir varoluş macerası olduğunu anlatmaya çalıştık. Doğum ile ölüm arasına serpiştirilmiş binbir türlü hikayenin biraraya geldiği ve kendisinin de bu hikayelerin kahramanı olarak, bu maceranın tek ortak böleni olduğunu belirttik. O nedenle de, hiç korkmadan ne gerekiyorsa onu yapıp, bir kahramana yakışır şekilde bu macerayı tamamlaması gerektiğini tavsiye ettik.
Zahra, memleketten bu kadar uzakta, hayatına anlam katmak ve bir hedef oluşturmak için ne yapması gerektiğini sorunca, kendimizden örnek verdik. Türk kültürünün, ata yadigarı türkülerin, şiirlerin, hikayelerin, hatıraların bizim için en önemli yaşama sebebi olabileceğini ve bunlardan dolayı kırk senedir memleketten bu denli uzakta gayet de memnun şekilde kendi hayat maceramıza devam ettiğimizi belirttik. Kendisinin de bir Afganlı olarak, memleketinin tarihi, kültürü, şahsiyetleri ve ata kültürünü yansıtan ne varsa, onların temsilcisi olarak Amerika’da bulunduğunu ve buna göre hayat hedefi oluşturabileceğini anlatmaya çalıştık.
NEHİRLER NE ANLATIR BİZE?
Belh’ten Columbus, Ohio’ya anlattığımız bu önemsiz görünen hikayenin kısadan hissesi var elbette: isteseniz de istemeseniz de, “memleket” denilen şey, hayatlarımızın en önemli unsurlarından biri. O olmazsa hepimiz “kaybolabiliriz.” Ve memleket denilen şey de, “çantada keklik” olan bir kuş değil şüphesiz. Emek harcamazsak, onu beslemezsek, her kafamız bozulduğunda “terkederim ha!” diye tehdit edersek, yönetimdeki her beğenmediğimiz hükümetin veya liderin intikamını “bir fırsat bulsam hemen kaçarım” diyerek memleketten almaya kalkarsak, bir gün çantadaki kekliğimizin elimizden uçup gittiğini görebiliriz. Bunu hem Afganlı Zahra’nın, hem de yıllar içinde aynı durumda olduklarını gördüğümüz, yurtdışındaki Türk göçmenlerin hallerinden anlayabildiğimizi belirtelim. Yani, gelin “Vatan, Millet, Sakarya” deyiminin anlamını orijinal haline çevirip, memleket sevdasına dönüştürelim. Bunun kolay olmadığını, ama mutlaka yapılması gerektiğini Hasan Hüseyin şairimiz de bildiğinden, şöyle seslenmekte hepimize:
"erişir menzil-i maksuduna aheste giden" demiyorum ben sana,
"tiz reftar olanın payine damen dolaşır " demiyorum. Böyle
demiyor çünkü nehirler. Duracaksın, dolacaksın, atlayacaksın,
aşacaksın, koşacaksın ve varacaksın oraya, diyor nehirler.
öyle diyorum ben de, Beni dinle, beni anla ey yolcu!