A+
A-
İmlamızdaki hangi değişiklikler zorunluluktu?
Yayınlanma:
Bağlantıyı Kopyala
Siz bakmayın imla konusunu çokça dilimize dolamamıza, kolay bir yazımız, kolay bir imlamız var. Uzayıp giden bir iki imla tartışması bizim sen ben kavgasına düşkünlüğümüzden, bilginlerimizin iktidar kavgasından başka bir nedene dayanmaz. Uzlaşmayı, anlaşmayı bilmememizden... “Yaz boz tahtası” dediğimiz tahtayı her kuruma sokmamızdan.
1 Kasım 1928 yılında bıraktığımız Arap yazısında üç ünlü harf vardı, bu harfler sekiz ünlüsü olan Türkçeye uymadı, yetmedi. Asıl kargaşa Osmanlı yazısında yaşandı, özellikle son yıllarda her dergi, her gazete kendine göre yazım kuralları koymaya çalıştı, zaman zaman saray tarafından bu arayışlar yasaklansa da, 1928 yılına değin yazı tartışmalarının, arayışların sonu gelmedi, bu tartışmaların en az 70 yıl sürdüğünü biliyoruz. Bu sorunlar öyle kesmeyi, virgülü nereye koyalım türünden değildi; zaten kesme de virgül de yoktu o yıllarda.
Eskiyazının zorlukları anlatılmakla bitmez. Örneğin, “sulu” sözcüğünde iki “u” var değil mi, siz bu u’lardan birincisini başka bir harfle, ikincisini başka bir harfle yazacaksınız. Bunun kuralı ne? Kuralı yok, ezberleyeceksiniz. “Üç” yazdığınız sözcük, “uç” da okunabilir, “öç” de okunabilir, “uç” da okunabilir. “İmla”, “intizam” yazmak bile kolay değildir; “i” ile başlayan bu sözcükler “atmak”, “almak” sözcüklerini yazdığımız genellikle “a” ya da “e” okunan elif ile yazılır. Yani “atmak”, “elma” sözcükleriyle “intizam” sözcüğü aynı harfle başlıyor. Nerdeyse bütün sözcüklerin yazımını ezberleyeceksiniz. 1910’lu yıllara gelindiğinde aydınlarımız “Türk” sözcüğünün nasıl yazılacağında bile anlaşamamışlardı da, “vav”lı Türkler - “vav”sız Türkler diye ikiye ayrılmışlardı. Bu ayrılık o yıllarda şiirlere konu oldu: “Ateş yanar mı hiç kavsız / Türk’ü sen yazma vav’sız.” (F. A. Aykaç)
SARAY ÇEVRESİNDEN KİTLELERE DOĞRU
Yazı, dil, eğitim saray çevresindeki bir avuç azınlığı değil, kitleleri ilgilendirmeye başlayınca; dil, alfabe, imla sorunları da kitleleri ilgilendiren sorunlar arasına girdi. Baskılara karşın tartışmaların sonu gelmedi. Yetmiş yıl kadar süren bu tartışmalar 1928 devrimiyle son buldu, sanıldığı gibi öyle büyük bir direnç de görmedi; çünkü zaten okuma yazma oranı %6 civarındaydı, kim neden karşı çıksın? Dilimizi yeni yazıya uydurma çalışmaları Atatürk zamanında uzmanlarca tartışıldı, bu sorunlar daha devrimin ilk günlerinde çözüldü. “İmla kılavuzu” kavramıyla da bu yıllarda karşılaştık. Bu devrimden hemen sonra yayımlanan İmla Lûgati (1928) Türkçenin ilk kılavuzu sayılır. Bu kılavuzun en önemli görevi Türkçedeki sözcüklerin ilk kez karşılaştığımız yeni yazıyla nasıl yazılacağını göstermekti. Giriş bölümünde bugünkü gibi ayrıntılı yazım kurallarından çok, yeni yazıya geçişte izlenen yollar anlatılır, bir de yazımıza ilk kez giren büyük harflerle ilgili bazı kurallar verilir. Girişte “halklar” sözünün kullanıldığı ilk ve tek kılavuzumuz da budur.
ZORUNLU DEĞİŞİKLİKLER
İmla Lûgati’ndeki kimi sözcüklerin düzeltildiği, kimi yeni kuralların konduğu, İbrahim Necmi Dilmen yönetiminde hazırlanan 1941 yılındaki İmla Kılavuzu Türk Dil Kurumu’nun ilk kılavuzudur. Bu kılavuz 23 yıl kadar kullanıldı, 1965 yılına gelinirken bazı değişikliklere gerek duyuldu. Bunlar gerçekten yapılması gereken değişiklikler miydi? Bu değişikliklerin neler olduğuna baktığımızda gereksiz olduğunu söylemek gerçekten zor. Örneğin, “Türkçenin ekleri” dediğinizde “Türkçe” büyük, “Türkçe şarkılar” derken küçük yazılacaktı. Yani özel adlar sıfat durumundaysa küçük yazılıyordu. Yazı yazanlardan ad - sıfat ayrımını bilmek gibi ileri bir dilbilgisi isteniyordu. Kullanışa uymayan kurallar vardı: “Gözüyle, sözüyle” dediğimiz sözcükler 1941 kılavuzunda “göziyle, söziyle” yazılıyordu. Tren- tiren, program-purogram gibi ikili yazılışlar da 1965 yılından sonra kaldırıldı. “Başlıyan, taşlıyan” gibi sözcüklerin kökü korundu, “başlayan, taşlayan” yazılması (söylenmesi değil) uygun görüldü. Prof. Vecihe Hatiboğlu’nun başında bulunduğu kurul bileşik sözcükler konusunda da iyi bir incelemeyle birlikte daha sağlam kurallar koydular. Şunu demek istiyorum: 1960’lı ve 1970’li yıllarda yapılan değişiklikler gereksiz değildi, zorunluluktu. Daha sonra gereksiz değişikliklerle imlamızı karıştıranlar, 1960’lı yıllardaki değişikliklerin gereksiz olduğunu söyleyerek, öncekileri kusurlu göstermeye, kendi hatalarını böyle örtmeye çalışırlar.