İngilizler Çanakkale’de neden yenildi-2
Gelibolu Yarımadası'nda arazi üstünlüğü tartışmasız Türk ordusundaydı. Bu toprakların sahibi Türk ordusu, araziyi çok iyi kullanmış ve konuşlanmıştı. Türkler hakim tepeleri tutuyordu. Düşman kuvvetleri ise sarp ve yamaç arazide konuşlanmıştı. Dar bir alana sıkışıp kalmışlardı... Bayır yukarı hücuma geçmek zorunda kaldı. Tepeleri iyi tutan Türk ordusu, düşman hücumlarını rahatlıkla geri püskürttü. Keskin nişancılarımız büyük iş başardı. Deyim yerindeyse kafasını kaldıran düşman askerini indirdi. Makineli tüfek atışları da çok etkili oldu. Düşman birlikleri her hücumda bu engelle karşılaştı ve başarısız oldu. Adeta biçildiler... Bu durumu düşman askeri de belirtiyor.
9. Süvari Alayı’ndan Çavuş Cameron olup biteni şöyle anlatır: “Türk makineli tüfeklerine saldırmak için doğrulurken üzerimize mermi yağdı ve askerlerimiz tırpanın önündeki ekinler gibi biçildi. Düşman siperleri elli metre kadar uzaktaydı ama ilk iki saftan yaklaşabilen bile olmadı. Ateş öyle yoğundu ki, hiçbir yer güvenli değildi. Gözetleme noktasına çıkmış olan Yarbay Miell siperden bakarak durumu izlemek istedi ve başından vurulup öldü. Böylece tugayın alay komutanlarından ikisi ölmüş oluyordu.” (Peter Burness, Cesarettepe Çanakkale’de Anzak Trajedisi, Çeviri: Cem Demirkan, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2015, s.138-139.)
Kardeşini kaybeden ve kendisi de daha sonra hayatını kaybedecek olan Norman sağken şunları yazar: “Baştan sona bir felaketti ve sonuçta elde edilen hiçbir şey olmadı.” (Age, s.138.)
Er Meldrum: “Daha yarı mesafeyi gidememiştik ki mermi ve bombadan oluşan bir duvarla karşılaştık. İlk saf yere yığıldı. Siperlere vardığımızda askerler parmakla sayılacak sayıya inmişti.” (Age, s.141.)
Perişanlığı Tom Austin şöyle anlatıyor: “Yamaçtaki askerlerin çoğu öyle sarsılmıştı ki, neredeyse çaresiz görünüyorlardı ve sonraki günlerde şoktan kendilerini kurtardıkları zaman da halleri içler acısıydı.” (Age, s.161.)
Er Mac Gregor anlatıyor: “Dağılmıştık, tamamıyla dağılmıştık. Bütün savaş içindeki en zor dönem buydu. Daha sonra ölüleri görmek feciydi. Bir tür komada gibiydik. Bu yaşananlardan bir daha bahsetmedik. Bahsedemedik.” (Age, s.161.)
9. Süvari Alayı’ndan Çavuş Cameron çatışmalar bittikten on gün sonra günlüğüne şunları yazar: “Çok şiddetli çarpışmalar yaşandı ve gördük ki binlerce kişiyi feda ettiğimiz halde, çok az toprak ya da mevzii ele geçirebildik. Türk makineli tüfekleri bize mermi yağdırdı ve bizimkiler de tırpanın önündeki otlar gibi döküldüler. On beş dakikadan kısa süre içerisinde dört yüz doksan zayiat verdik. Evet, kahramanca ve muhteşemdi, bu askerler bunun için eğitilmişti ama yine de cinayetti. Yükseksırt hâlâ elimizde ve bütün askerler berbat halde. Ne zaman Türk siperlerine baksak 30 Haziran’dan sonra Türk cesetlerini gördüğümüz aynı yerde şimdi kendi askerlerimizin ölülerini görüyoruz.” (Age, s.167-168.)
İNGİLİZ KOMUTANLAR SAVAŞI İYİ YÖNETEMEDİ
İngiliz komutanlar savaşı iyi yönetemedi. Yaptıkları bütün plânlar başarısızlığa uğradı. Bölgeyi yeterince incelememişler, hatta ellerindeki haritalar da güncel değildi... Gerek deniz gerekse karadan geçme plânları uygulanamadı. Denizden kara desteği olmadan 18 Mart 1915 günü başlayan harekât tam manasıyla hüsranla bitti. Donanmalarına aşırı derecede güvendiler. "Karaya gerek yok", dediler ve "zırhlılarımızın dumanını görür görmez kaçarlar" düşüncesiyle Boğaz'ı geçmeye kalktılar. Nusret mayın gemisinin son anda döşediği 26 mayın onları hüsrana uğrattı. Gerçi bunu geçseler bile, yüzlerce top ve deniz engeliyle karşılaşacaklardı. Savaşın başında ağır yenigi aldılar ve bu onlarda travma yarattı. Mayıs ayında tekrar deniz harekâtı gündeme geldi, ancak kabul edilmedi. İkinci bir yenilgiye hazır değildiler. Bu onların kâbusu olurdu... Oysa İngiliz Genelkurmay'ı harekâtın başında "Çanakkale geçilmez" diye de uyarmıştı... Kolay zafer peşinde koşan dönemin Bahriye Nazırı Winston Churchill'in bu hayali sulara gömüldü... Kendi deyimiyle (Enver Paşa'nın 1921 doğumlu oğlu Ali Enver'le yıllar sonra Londra'da yaptığı görüşmede), "Senin baban Enver Paşa, benim siyasi hayatımı tam yirmi yıl geriye attı!" (Prof. Dr. Nimet Akdes Kuran'dan aktaran; Şevket Süreyya Aydemir, Makedonya'dan Ortaasya'ya Enver Paşa, C.3, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1972, s.233-234.)
25 Nisan 1915 günü başlayan kara harekâtı da başarılı olamadı. Üç bölgeden başlayan harekât, Türk ordusunun iyi sevk ve idaresine çarptı. Küçümsedikleri Türk ordusu muazzam savaştı. Onları kıyıya mahkûm etti. Yaptıkları bütün hücumlar ağır kayıplarla neticelendi. 6 Ağustos'ta Suvla-Anafartalar ve Conkbayırı bölgesinde başlayan büyük harekât da istenilen neticeyi vermedi. Baskın tarzında hazırlanan bu hücum daha başında açığa çıktı ve başarısız oldu. Onu durduran da Mustafa Kemal'in komutanlığıydı.
Harbin tarihini yazan İtilaf devletlerinin komutan ve yazarlarının eser ve raporlarını incelediğimizde, bu başarısızlık ve nedenleri onlar tarafından da saptanmış. İngiliz komutanların önemli bir hatası da yeterli yığınağı yapmadan harekete geçmeleri. Ayrıca eldeki birlikler tamamen erimeden takviye güç istememeleri de büyük hata olarak görülüyor. Bu da etkili harekâtı engelliyor. Kötü sevk ve idare de sık sık dile getirilmiş. Aksine, Türk birlikleri çok iyi sevk, idare ve takviye edildi.
Bu üstünlük savaşın başından sonuna kadar gerçekleşti. Türkler bölgeye 500 binin üstünde asker sevk etti. Düşman da bu sayıda sevk etti, ancak taşıma suyla değirmen bu kadar döndü! Deniz yollarındaki üstünlüğe rağmen İtilaf güçleri, asker sevkinde sıkıntılar yaşadı. Bölgede lojistik sıkıntılar da eksik değildi. En önemli sıkıntı, savaşan askere su taşınamamasıydı. Baharda başlayan savaş Ağustos sıcağında sürdü ve çok büyük sıkıntılar yaşandı. Mustafa Kemal bu durumu "Düşman askeri susuzluktan bileklerini ısırarak kanını emiyor" diye açıklar. Bu feci durum askerin üzerinde olumsuz etki yarattı ve savaşma gücünü kırdı. Önemli bir sorun da verilen büyük sayıdaki yaralı askerlerin, yeterince geriye taşınarak tedavi edilememesiydi... Burada da hastane gemileri yeterince ihtiyaca karşılık veremedi. Bu durum askerin üzerinde olumsuz etki yarattı. Ayrıca Türklere göre Birleşik Kuvvetler daha fazla salgın hastalıklara maruz kaldı. Ekim ayı gelip çattığında bölgenin tahliyesi ciddi olarak konuşularak tahliye yolunda karar verildi. Kışı burada geçirmeleri halinde savaştan çok, soğuk ve su baskınlarından askerin daha fazla kayba uğruyacağı yolundaydı. Bu, Londra'da da kabul gördü ve İtilaf güçleri iki aşamada bölgeden çekildi. 20 Aralık 1915 ve 9 Ocak 1916...
'KENDİLERİNE GÜVENLERİNİ YANLIŞ ALANDA KULLANDILAR'
Çanakkale'de savaşan Avustralyalıların durumunu inceleyen yazar Peter Burness şu değerlendirmeyi yapar: “Kendilerine güvenlerini yanlış alanda kullandılar. Üst kademedeki bütün İngiliz subayları, bu harekâta bir tür kolonyal askeri güç gösterisi nazarıyla bakmıştı. Hemen hepsinde, İngilizlerin hırpani Türk ordusunu ezip geçeceği yönünde genel bir algı vardı. Düşmanlarının kabiliyet, azim ve cesaretini keşfettikten sonra bile bu nitelikleri dikkate almayı başaramadılar. Türklerin başarıları sıklıkla onlara komuta ettiklerine inanılan Alman subaylara atfedildi. Oysaki Almanların bu başarıdaki payı, İngilizlerin zannettiğinden çok daha azdı.”
“Çanakkale eski ve yeni savaş tekniklerinin tuhaf bir karışımıydı. Pek çok modern silah ve taktik kullanılıyor olsa da, kimi teçhizat ve uygulamalar eski kalmaya devam etti. Uçak ve seri ateş eden toplarla birlikte reçel tenekelerinden el bombaları ve kitlesel süngü hücumları kullanıldı. Çoğu subayın henüz tanışmamış olduğu modern savaşın gerektiği gibi anlaşılamaması, teknolojinin gücünün -özellikle Türklerin makineli tüfekleri zekice kullanmasının- kestirilememesi ve muhabere ile karargâh personelindeki zafiyet, komutanların bu konularda ne kadar tecrübesiz olduklarını açıkça göstermiştir. Hâlâ askeri başarının temelinin disiplin ve saldırgan ruh olduğuna inanılıyordu. Bu subayların yönetmekle vazifeli oldukları harekâta ne kadar hazırlıksız olduklarını göstermenin hiçbir yolu yoktur. Çoğu çabucak dersini alıp öğrendiklerini de uygulamaya başladı ama diğerleri yerinde saymaya devam etti.” (Peter Burness, Cesarettepe Çanakkale’de Anzak Trajedisi, Çeviri: Cem Demirkan, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2015, s.184-185.)
“7 Ağustos plânı çok iddialı ve karmaşık bir plândı. Pek çok şey varsayıma dayalıydı ve tek bir başarısızlık zincirleme olarak tüm cepheleri etkileyecekti.” (Age, s.185.)
“Bazıları saldırının Türkleri meşgul edip, başka bölgeleri takviye etmekten alıkoyduğu için kısmen başarılı olduğunu düşünmektedirler. Eğer İngiliz saldırısı başarılı olmuş olsaydı o zaman bu iddianın dikkate alınır bir yanı olurdu. Oysaki saldırıda öyle ağır kayıp verildi ki, bu yüzden Bombasırtı düşman karşı hücumlarına açık hale geldi. Dikkat çekmek gerekli olsa da, bu çok daha az kayıp verilerek de yapılabilirdi. Türklerin bu fırsatı kullanamamasının tek nedeni, diğer cephelerde şiddetli çarpışmaların sürüyor olmasıydı.” (Age, s.188.)
'İNGİLİZ SUBAYLARDAN NEFRET EDİYORLAR'
Cesarettepe’de verilen kayıplar AIF bünyesinde ve ötesinde de hissedildi. Felaket pek çok açıdan Çanakkale Harekâtı’nın ve özellikle de Ağustos taarruzunun başarısızlığını simgeliyordu. Saldırının hikâyesi kısa sürede Anzak Koyu’ndaki tüm askerler tarafından öğrenildi. Askerlerin boş yere harcandığının ve komutanların ne büyük hatalar yapabileceklerini öğrenilmesinin moral üzerinde büyük tesiri oldu. Avustralyalı gazeteci Keith Murdoch, Eylül 1915’te Anzak Koyu’nu ziyaret ettikten sonra başbakana, Avustralyalıların İngiliz subaylarından “nefret ettiklerini” söyledi. Saldırının başarısızlığı tüm silahlı kuvvetlere yayıldı ve sonunda bizzat yapısını da etkiledi. 1918 tarihine gelindiğinde Avustralyalı subay ve askerlerin 7 Ağustos 1915’tekine benzer bir vazifeyi kabul etme ihtimali çok zayıftı. Bu felaketin kahredici etkisine şahit olan resmi tarihçi ileride şöyle yazacaktır: “Ertesi gün 4. Piyade Tugayı’nın düzenlediği saldırı hariç, 1915’te yaşanan hiçbir şey Avustralyalı askerler üzerinde daha uyandırıcı bir etkiye sahip olmamıştır.”
(Age, s.178-179.)
Bitti….