02 Kasım 2024 Cumartesi
İstanbul 12°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

‘İnsan Bozuldu mu Çaresi Yoktur!’

Ekrem Kahraman

Ekrem Kahraman

Eski Yazar

A+ A-

Başlığa aktarmış olduğum bu alıntı Cumhuriyetimizin önde gelen şair, romancı, deneme yazarı, edebiyat tarihçisi, siyasetçi, akademisyenlerinden ve Cumhuriyet neslinin ilk öğretmenlerinden olarak kabul gören Ahmet Hamdi Tanpınar'a ait.

Tanpınar, Mahur Beste isimli romanında Osmanlı İmparatorluğunun çöküşünü öngörmeye başlayan ve yaşadığı dönemi “medeniyet iflası” olarak değerlendiren, “şarkın çöktüğünü, garba yetişmenin” ise oldukça zor göründüğünü düşünen roman kahramanı bir aydın olan Sabri Hoca'nın ağzından çözümü, aydınların uyanışında, özgün ve milli bir model geliştirmede olduğunu söyler ve bu görüşü doğrultusunda da Sabri Hoca'yı yaklaşık aynen şöyle konuşturur:

“Oğlum Behçet, sen bir medeniyetin iflası nedir bilir misin? İnsan bozulur, insan kalmaz! Bir medeniyeti medeniyet, insanı insan yapan manevi kıymetler manzumesidir. Anlıyor musun şimdi derdimizin büyüklüğünü? Cahilsin; okur öğrenirsin! Geride kalmıssın; ilerlersin! Yetişmiş adam yok; yetiştirirsin; günün birinde meydana çıkıverir! Paran yok; kazanırsın! Her şeyin bir çaresi vardır! Fakat insan bozuldu mu çaresi yoktur!”

Roman kahramanı Behçet bey, Sultan Abdülhamid döneminin hem iyi yetişmiş, medrese bitirmiş, okumuş sınıfa mensup, bilge ve saygın bir kişi ve kadı olarak dönemin önemli bir devlet görevlisi, hem de hatırı sayılır oldukça zenginlerinden İsmail Molla bey’in oğludur.

İsmail Molla, herkesin hayranlık duyduğu, kültüre düşkün, kişisel iradesine ve nefsine sahip, zaaflarına kapılmayan, toplumsal hayatta ve devletteki görevinde alabildiğine girişken, çalışkan ve sosyal bir kişilik sergilerken oğlu Behçet bey ise tam tersine alabildiğine içine kapanık, dışarıdaki toplumsal hayat ile ilgisi kalmamış ayakları boşlukta dolaşan bir kişilik olarak öne çıkar.

Bir yazar, şair, siyasetçi ve akademisyen olarak Tanpınar roman yoluyla anlattığı dönem hikayesinde yer alan kahramanların düşünceleri, davranışları üzerinden yansıtıcı bir bilinç yöntemi kullanıp dönemsel ideolojinin ve toplumsal siyasetin anatomisini çizmeye girişir.

Ona göre, artık “Şark kültürü”nün ölümü çoktan gerçekleşmiştir. Fakat öte yandan da “Garp kültürü”ne ulaşmak da o koşullarda ve o yöntemlerle olası görünmemektedir. Bu yüzden de tek çözüm yolu olarak memleketteki aydınların bize özgü bir aydınlanma modeli gerçekleştirmeleri, milli, içten ve özgün bir değişim yolu bulmaları ile mümkün olabileceği tezini öne sürer.

Mahur Beste, Abdülhamit döneminde yaşanan gerçek bir toplumsal hikayeye dayanır.

Dönemin önde gelen aydınları ve devlet görevlilerinden oluşanların hayatlarını ve dramlarını anlatan roman, bu seçkin kesime mensup ailelerin çöküşü, evlatların babalarının yolundan gidemeyişleri ve kendilerine yön verememeleri üzerinden Osmanlı’nın ve Doğu'nun çöküşünü dile getiren roman bu çevrelerin toplumsal olarak giderek itibar kayıpların, İsmail Molla gibi alim ve devlet görevlilerinin hem kendi dönüşümlerini sağlayamamaları hem de kendi çocuklarını bu yönde yetiştirememeleri üzerinden derin bir dönem eleştirisi ortaya koyar.

Bu tarihsel eleştirinin temelinde ise başlığa da aktarmış olduğum “İnsan bozuldu mu çaresi yoktur!” mottosu bir tür dönemin yaşadığı trajik çöküş kültürü ve imparatorluğun yıkılış mitosudur.

Peki insan neden bozulur ve gerçekten de bunun çaresi yok mudur?

HER KOYUN KENDİ BACAĞINDAN MI ASILIR?

Osmanlı'nın çöküş mitosundan çıkıp günümüz Türkiye'sine gelelim ve bir önceki yazımın temel iddiasını yeniden dillendirmek faydalı olacaktır.

Türkiye'de 1950'li yıllardan başlayıp geriye dönüşle gelinen 1990'lı yıllarla birlikte “başta aydınlanma düşüncesi olmak üzere ulusal, yerel, tarihsel kültürlerde derin yaralar, travmalar, yabancılaştırmalar vb. bu büyük ideolojik savrulmalarla derin çökmeler, yıkıntılar oluşturuldu.

Elbette bütün bu yıkıcı büyük yaralar ve çökmeler de o kültürlerin içerisinde yer alan bazı sözde aydınlar, entelektüeller, sanatçılar, felsefeciler ve bilim insanları elleriyle gerçekleştirildi.

Bu öyle büyük bir felsefi, ideolojik, siyasi, kültürel birer travma ki, bunları teşhis etmeden, çözmeden, ne aydınlanma devrimi yaşamış Avrupa/Batı'yı, ne milyonlarca Avrupalı’nın ölümüyle sonuçlanan Birinci Dünya Savaşı'nı, ne onca acıya rağmen yine milyonlarca insanın öldüğü İkinci Dünya Savaşı'nı, ne Hitler/ Mussolini/ Franko virüslerini, sanki bütün bunlar hiç yaşanmamış ve aydınlanma devriminin hiç yara almadan olduğu gibi ayakta durduğu sanısıyla mutlaklaştırılmış bir 'çağdaşlaşma' ve 'batı' kavramlarına takılıp kalınmış büyük felsefi, fiziki insanlık travmasını anlamak mümkün değildir.

Peki Tanpınar'ın Mahur Beste romanında çizilen siyasal, toplumsal, kültürel travma günümüzde çok daha katlanarak ve bunca artıp yükselmişken, bu büyük çöküşü öne çıkaran açık sözlü, hakiki bir edebiyatın neden ortaya çıkmadığı üzerine düşünmek gerekmez mi dersiniz?

Tıpkı Tanpınar'ın saptamış olduğu gibi eğer o dönem “insan bozuldu” ve çaresiz bir biçimde tarihsel bir çökme hali içinde ve neredeyse bütün dünyada dahi o dönem insan “insan” olarak kalamadıysa, şu içinden geçiyor olduğumuz güncel süreçte kalmış mıdır sanıyorsunuz?

Peki gerçekten de “insan bozuldu” ya da kalmadıysa, toplum ve ulus kalmış mıdır dersiniz?

Bu tarihsel bozulmaya büyük bir siyasi, ideolojik, ahlaki, kültürel bozulma da eklendiğinden, durumun hızla çok daha kötü bir sona doğru gittiğini söylemek hiç de karamsarlık olmayacaktır.

Zaten birçok bağlamdan bakıldığında da aslında “her koyunun kendi bacağından asıldığı” tuhaf bir toplumsal, siyasal süreçten geçiyoruz tartışmasız bir biçimde.

Büyük bir siyasi, ideolojik, ahlaki ve kültürel bir kaos bu ve nereye doğru evrileceği de alabildiğine tartışmalı ve zaten bu nedenle sert tartışmalar yaşanıyor her anlamda.

Buna bir de bu koronavirüs salgını travması da eklendiğinde, durum daha da karmaşık bir hale gelmiş durumda bir yıldır.

Günümüzün sağlık, ekonomik, özgürlük, kültürel vb. olarak kendi muhtemel geleceğinden endişeye kapılmış olan herkes, her aile, her kesim, her işyeri hayatın, toplumun, ulus olmanın tarihsel dürtüsüyle ilgili trajik bir savruluşa zorlanıyor ve bunun sonucu olarak da niyetler kıvrılıp bükülmekle, kırılmakla kalmıyor gelecek endişesi ölümcül sonuçlara yol açıyor tarihsel olarak.

Söylemeye bile gerek yok aslında: böylesi şaibeli bir süreçte, değil toplum ya da ulus, iki ya da birden fazla herhangi bir şeyi yan yana getirdiğinizde ya da iç içe geçirip olumlu bir sonuç yaratmaya giriştiğinizde her zaman üçüncü bir şey çıkmayabileceği gibi istenen şey de çoğunlukla olmayacaktır doğal olarak.

En derin, en yoğun, en kırılgan tek bir zamanda bir araya gelmiş iki gücün birbiriyle olan ilişkisinde, birinin diğerine bağlılığında, kendisi olup da diğeri ya da diğerleriyle bütün olarak kalabilmesi ve bir yeni sonuç ortaya çıkarabilmesi için büyük bir zorunluluk ve birliktelik duygusu, duygu aidiyeti gerektiğini hangimiz görmezden gelebiliriz ki?

Kaldı ki eğer bu tarihsel aidiyet duygusu -her ne kadar aşırı yaralı da olsa- halen yaşıyorsa ve gerçekten de insan bozulup yok olduysa, o zaman ne olacaktır ve bu yok oluşun bir çaresi filan kalmamış mıdır?

Ya da yine her koyun yalnızca kendi bacağından mı asılmak zorunda kalacaktır?

(İzninizle yine devam etmek isteyeceğim!)