İnternet elli yaşında
Aklı karmakarışık... Alt tarafı yirmi sayfa okuyor, anlamıyor; ikide bir internet... Derin okuma, düşünme, konsantrasyon mümkün değil. Öğrendiklerini internette doğruluyor. Doğrularken başka bilgiler, derken başka sözler, başka siteler geliyor... Bir okyanusta. Sonsuz özgür ve güzel görünüyor. Ama nihayet okyanus! Boğuluyor. Her şeye çabucak ulaşıp hepsinden vazgeçiyor.
1969’da uzaktaki bir makineye aktarılan ilk LOGİN kelimesinden bu yana geçen elli yılda web’in sonsuz dünyası; manşetler, bloglar, kına fotoğrafları, ölüm ilanı like’layan arkadaşlar, her türden video, eleştiri adı altında insanıyla alay edenler, sanki kendisi Lord çocuğuymuş gibi orta sınıf cehennemdir diye tweet atan dangalak solcular ve hayvanları sevince her şeyin düzeleceğine inanan romantikleriyle bir gayya kuyusu artık.
Wired dergisi değişimi, zamanında silikon hafızanın uyanışıyla fikir dünyasının bulduğu nimet diye tanımlasa da her şeyin bedeli var. Marshall McLuhan’ın altmışlarda söylediği gibi medya sadece pasif bilgi kanalları demek değildir. Medya, düşünsel malzeme tedarik ederken düşünme süreçlerini de şekillendirir. İnternet, birçok insanda görüldüğü üzere odaklanma ve derin düşünme kapasitemizi kemirmekte. Zihnimiz, bilgiyi download eder gibi alıyor artık. Derin düşünmeden.
Düşünme şekli, artık interneti tarar gibi çabuk, kesik ve kuvvetli. Eskiden basılı sayfayı okumak, sadece kelimelerden edinilen bilgi nedeniyle değil, anlamların zihinde ateşlediği kıvılcım için de değerliydi. Bir kitabın sürekli ve dağılmadan okunması, doğru yanlış birçok bilgiyi bir arada almaya çalışmaktan önemliydi. Artık Karamazov Kardeşler’i okuyabilmek özel çaba gerektiriyor. Bir siteden ötekine nasıl sıçrayarak gidiliyorsa düşünce de böyle evrimleşti. Matbaa devrimi, uzun ve karmaşık metinleri olağan gibi yaşamın ortasına bırakmıştı. İnternetse okumayı sıradanlaştırdı; küçük tarama, biraz göz gezdirme yetiyor bugün.
14. yüzyılda dolaşıma giren mekanik saati ele alalım. Lewis Mumford, Teknik ve Uygarlık’ta, saatin, ilerleme boyunca zamanı akan hayattan ayrıştırıp sayısal olarak ölçülen parçalara böldüğünü anlatır. Eylem ve düşünce için bu bölünmüş zamanın soyut çerçevesi artık referans noktasıdır. Özleyince değil, saat onda buluşulur. Tiktaklar, yeni insanı oluştururken bir şeyleri de alıp götürmüştür. Ne zaman acıkılacağına, çalışılıp uyunacağına, kaçta yataktan kalkılacağına artık iç dengeler yerine tiktaklar karar verecektir. Mekanik saat, beynimizi saat haline getirmiş, internetse network’e dönüştürmüştür.
1882’de Bay Nietzsche daktilo benzeri bir cihaz satın aldı. Zira görüşü yitmiş, migreni azmıştı; elle yazmaya dayanamıyordu. On parmak da öğrendi. Fakat daktilo, yazıları üzerinde sinsi bir etki yaratacaktı. Arkadaşları fark etti. Az ve öz yazma tarzı sıkılaşmış, metinleri telgrafa dönmüştü. Çünkü yazı aracı, düşünme şeklini de biçimlendirir.
1936’da Alan Turing geleceği görmüş, bir gün internet diye bir şey çıkarak her şeyi olacağını belirtmişti. Haritan, saatin, matbaan, sekreterin, bilet bulucun, garsonun, daktilon, hesap makinen, telefonun, radyon ve televizyonun ve hatta partnerin. Daha önce hiçbir iletişim sistemi, hayatımızda bunca çok ve çeşitli rollere bürünmedi; hiçbir medya aygıtı düşünce üzerinde bunca geniş etkiye sahip olmadı.
Frederick Taylor, Midvale Demir Çelik Fabrikası’na günün birinde bir kronometre götürüp çalışanların verimini artırma amaçlı deneylere başlamıştı. Patronların onayıyla yanına aldığı bir grup işçiyi çeşitli metal işleme makinelerinde çalıştırdı. Bu sırada işçilerin her hareketini, her makine operasyonunu kaydediyor, süre tutuyor; yapılan her işi küçük adımlardan oluşan parçalara bölerek farklı yapılış yolları test ediyordu. Taylor, böylece kimin nasıl çalışması gerektiğini gösteren kesin talimatnameler yarattı. Çalışanlar bu sıkı düzenden şikâyetçi olup robotlara dönüşeceklerini iddia etse de verim zirveye tırmanıyordu. Artık insan değil, sistem vardı.
İşte bugün yazılım ve internet dünyası da düşüncen aynı temel ilkelere göre değiştiriyor. CEO’su Eric Schmidt, Google’ın ölçüm-bilim etrafında kurulan bir şirket olduğunu, yapılan her şeyi sistematik hale getirdiğini belirtiyor. Harvard Business Review’e göre, kendi arama motorları ve diğer sitelerden topladığı, cookie derler davranışsal verilerle yüklü milyarlarca bilgi kırıntısını kullanıp bir günde on binlerce deney yürüterek çevrimiçi insanlığın nasıl bilgi bulduğunu, bulduklarından ne anlam çıkardığını kontrol eden algoritmalar oluşturup sonuçlarından faydalanıyor. Taylor’un işçi ve iş üretim aşamaları için yaptığını, Google, zihnine uyguluyor. Ne demek istediğini anlayıp tam olarak cevap vermeye çalışan bir yapı. Arkandan topladığı kırıntılarla hakkında büyük şirketlere veri-tabanı sağlarken her şeyini kaydeden bu büyük algoritma bugün birçok tercihine senin kadar hâkim.
Sokrates, yazının söz karşısında ilerlemesine bozuluyordu. İnsanlar, hafızadaki bilgi yerine yazılı olana güvenince unutkan olacak diye korkuyor; doğru öğrenim görmeden yüklü bilgi alınca kendilerini âlim sanıp cahil kalacaklar diyordu. Bilgelik bitecek, kibir başlayacaktı. Haksız olmadığını anlamak için internete gir de bak. Dünyayı kavramana aracılık etmesi için asıl görevi bilgisayara verdikçe zekâmız, bir tür yapay zekâya dönüşmekte. Dikkat derim de başka şey demem.
Not: 10 Aralık akşamı saat 8’de, Ataşehir Belediyesi Mustafa Saffet Kültür Merkezi’nde Özgür Okuryazar’ın konuğuyum, edebiyat, sanat, hayat...
Yazıdaki bilgiler: Nicholas Carr, The Atlantic