İpek Yolundan mektuplar-1: ‘Yola çıktık, yoldan çıkmadık’ ve Tiflis’e vardık!
Uçağımız Adana’yı daha yeni terk etmiş ve Toroslar’ın tepelerinin doğru tırmanmaktaydı. Önümüzdeki koltuğun arkasındaki ekrandan seyredecek bir şeyler ararken, “Yunus Emre Aşkın Yolculuğu” dizisi denk geldi. Başladık seyretmeye. Bu bölümde, Yunus Emre Konya’daki yeni kadılık işi için “yola çıkma” izni ister Tapduk Emre üstadından. Tapduk Emre’nin Yunus’a verdiği öğüt hala kulaklarımızda yankılanıyor aradan geçen 5 güne rağmen: “Yola çık, yoldan çıkma Yunusum!”
Yolculuğumuz Gürcistan’ın başkenti Tiflis’e idi ve Tapduk’un bu slogan gibi sözleri yapıştı kaldı kulaklarımızda. Yola çık, ama yoldan çıkma! Üzerine belki de felsefe kitapları yazılacak bir küçük cümleydi bu. Burada, yol, hayatı yaşarkenki değer yargıları, yaşamın anlamı, yaşamdaki hümanist amaç gibi yüzlerce anlama gelen küçücük bir kelime elbette. Yola çıktık ama yoldan çıkmadan Tiflis’e gelmiştik bu arada. Kafkasların bu küçük ama olağanüstü zengin ülkesini yeniden ziyaret etmenin heyecanı ile buradaydık. Bu, Gürcistan’a ikinci gelişimizdi. Ama Stalin’in yaşam öyküsünü iyice incelediğimiz için, sanki biraz tanışıklığımız da vardı bu Stalin’in topraklarına.
‘JASON VE ARGONATLAR’IN ALTIN POSTU
Gürcistan tarih boyunca derin bir gizeme sahip bir ülke olarak var oldu hep. Antik Yunandaki Jason ve Argonatlar hikayesindeki Altın Post hikayesi de Gürcistan topraklarının verimliliği ve mükemmelliğinin 2 bin sene öncesinden anlatımıdır. O hikayedeki, içinden altın külçeleri akan nehirler aslında tarım yapıldığı ölçüde, insanlarına sunduğu altın fırsatları ifade etmiş olmalı.
Gürcistan aynı zamanda, Çin’den gelip Venedik’e kadar uzanan yaklaşık 10 bin kilometrelik tarihi İpek Yolunun da çok önemli bir durağı idi eski zamanlarda. İpek Yolu yüzlerce kolları olan dev bir ahtapot gibi dağlardan, vadilerden, yamaçlardan ve çöllerden akıp giderdi. Hazar Denizinin kuzeyinden ve Bakü’den gelen kervanların Kafkaslardaki en önemli durağı idi Tiflis. Zaten kalenin yamaçlarından aşağıya doğru uzanan kırmızı kiremitli eski konaklar, hamamlar ve Gürcülere özgü kiliseler de o şatafatlı günlerin birer öyküsünü anlatır gibi size bakarlar hala.
Tiflis’in Rustaveli caddesi ve civarlarındaki tüm sokaklarda, şanlı Sovyet döneminin muhteşem eserleri, hala capcanlı durmakta. Opera ve bale, Ulusal Galeri, devlet binaları önlerindeki Sovyet dönemi heykelleri ile “biz hala buradayız, siz neredesiniz” diye gelen geçenlere sormaktalar sanki.
SOVYET DÖNEMİNİ ÇIKARIN, GERİYE BİR ŞEY KALMAZ!
İstanbul’un Taksim Meydanını ne yapacağımızı şaşırıp beton dökmüşken, Tiflis’in Sovyet şehir plancıları her adım başına muhteşem parklar yapıp, insanların nefes almalarını sağlamışlar. Bu parklarda, yüzyıllık ağaçların gölgesinde, İtalyan rönesansını aratmayacak ama kendine ait üslubu ile çevrenizi kuşatan heykeller arasında, insanın Puşkin gibi hemen bir hikaye yazma isteği uyanıyor.
Bu tarihsel girişten sonra, günümüz Gürcistan'ına getirmek isterim sözü. Çünkü Kraliçe Tamara’nın o ihtişamlı Gürcistan’ı yok artık. Avrupa Birliği kapısında aynen Türkiye gibi bekletilip, Brüksel’in ve büyük Avrupa devletlerinin politik satrancında birer oyuncu haline getirilmişler. Genç nüfusunu sürekli Avrupa’ya ve Amerika’ya kaybeden bir ülke olmuş Gürcistan. Havaalanından bindiğim belediye otobüsü ile Tiflis merkezine gelirken, yardım istediğim genç delikanlıya ne iş yaptığını sorduğumda “işsizim” deyip takındığı yüz ifadesini hiç unutmayacağım. Her tarafından bereket fışkıran, dünyanın en iyi şarap üretimine sahip, Karadeniz kıyısı ve Kafkas dağlarının turizmine sahip bir ülkede bu denli bir “çaresizlik” bana aynı durumla karşılaştığım Bolivya, Şili, Arjantin ve Brezilya’yı da hatırlattı. Elbette kendi ülkemiz Türkiye’yi de.
SOVYETLERİ VE BALKANLARI YIKMANIN SONUÇLARI ŞİMDİ ÇIKIYOR
Ülkelerin topraklarının verimi, nüfusunun miktarı veya jeopolitik coğrafi öneminin hiçbir ilgisi yok galiba ülkenin varlık veya yokluk içinde olması konusunda. Bu konuda en belirleyici unsur, siyasi iktidarın tercihleri olmalı. Gürcistan, aynen Ukrayna gibi, Bulgaristan veya Kosova gibi, Avrupa Birliği rüyası ve Batıya yönelme sevdası ile yaklaşık 30 yıldır bir türlü yönünü bulabilmiş değil. Büyük devletlerin politik oyunları sayesinde, sürekli sallanan ve değişim gösteren siyasi tercihler yüzünden, üzerlerine örtülmüş gaflet örtüsünü aşamamaktalar bir türlü.
Tiflis’in ortasından akan nehrin etrafına bakarsanız, Avrupa Birliği fonları ve Avrupalılaşmak sevdası ile yapılmış saf camdan köprüleri, her tarafı camdan kütüphaneleri, tarihi Tiflis’in mimarı yapısı ile dalga geçer türünden Manhattan tarzı cam ve çelik konstrüksiyondan 50 katlı binaları görürsünüz. Belli ki bunlar AB’nin biraz da rüşvet cinsinden döktüğü avroların, milli ekonomiyi elinde tutan oligarklar tarafından ne denli hoyratça harcandığının birer ifadesidir.
ÇUKUROVA’NIN GÖBEĞİNDEKİ 52 KATLI ÇİRKİNLİK ABİDESİ
Aynı durumu, Şili’nin başkenti Santiago’nun orta yerindeki teleferik ile çıktığımız seyirlikte gördüğüm manzarada da bulmuştum. Gözünüzün alabildiği uzaklıklara yayılmış gecekonduların tam da merkezinde sanki Şili halkına atılan kazığı anıtlaştırırcasına yapılmış, camdan devasa bir penis şeklindeki iş merkezi hemen dikkatinizi çeker. Buna benzer lüzumsuz, ekonomik ve sosyal bakımdan hiçbir ülkeye hiçbir katkıda bulunmayan inşaat projelerini, İstanbul, Mersin ve Türkiye’nin birçok diğer şehirlerinde de görebiliriz. Hele de Mersin’in orta yerine yapılan 52 katlı “Orta Doğunun en yüksek binası” diye bir zamanlar övünç duyulan bu hilkat garibesi binayı yapan mimar Cengiz Bektaş’a da buradan “saygılarımı” göndermek isterim. Hem de solculuk ve halkçılık iddiasında bulunan bu tür mimarlarımız ve sanatçılarımızın “ben bu binanın böyle yapılmasına karşıyım arkadaş” deyip projeyi reddedebilme dürüstlüğü de olmalı Atatürk’ün Türkiye’sinde bizce. Cengiz Bektaş öteki dünyaya gideli yıllar oluyor, ama Mersin halkına attığı bu kazık misali gökdelen, daha çok uzun yıllar bir kayıp ve ayıp proje olarak gözümüzün önünde duracak.
SANTİAGO-MERSİN-TİFLİS: AYNI AYMAZLIĞIN İFADELERİ
Sözü, Santiago’dan Mersin’e oradan tekrar Tiflis’e getirerek bağlayalım yazımızı. Ülkelerin küçüklüğü bazen o ülke halkına sağlanmış en büyük nimet olabiliyor. Yeter ki yönetim kendini halkına adayabilsin. Bunun en büyük örneğini küçücük Küba’da görebiliriz. Yanı başındaki, aynı büyüklükteki Haiti’de, Amerika kıtasının en büyük yoksulluğu çekilirken, Küba örnek bir ülke olarak kayıtlardadır.
Gürcistan, Ermenistan, Balkanlardaki küçük ülkeler ve tabii ki de bizim kendi memleketimiz Türkiye, iyi yönetimler altında olağanüstü başarılı ülkeler haline gelebilme potansiyeline sahiptir. Yeter ki kaynaklar bir avuç oligarkın elinde harcanmasın, AB’nin tehditle karışık oyunlarına bölge ülkeleri ile birlikte karşı koyulabilsin. Keşke tüm bunları, Rustaveli Caddesinin ortasındaki hükümet binasının önünde, ellerinde bayraklarla sürekli gösteri halinde olan genç Gürcülerle ve dünyanın dört bir yanında, binlerce diğer Gürcü kadın gibi, annemin bakıcılığını yapan Gürcü bakıcımız ile tartışabilsem. Ama biz burada misafiriz ve Türk geleneklerine göre, misafir ev sahibi ile ev konusunu tartışmaz.