Irkçılık hakkında
Fakir futboldan anlamaz, sevmez de! Tek bildiği, futbolun yalnız futbol olmadığıdır; onu da geçen hafta sevgili Gaffar Yakınca yazdı. Oradan söz alıp ırkçılık işine değineyim. Hani Başakşehir teknik ekibinden Pierre Webo, hakem Sebastian Coltescu'nun kendisine karşı ırkçı ifadeler kullandığını söylemişti, saha karışmıştı hani; sonra oyuncular maçı bıraktı. Müthiş hareketti.
Birden ırkçılığa hayır sesi yükseldi memleketten. Harika! Derken içimizden kimileri, asıl ırkçının Türk halkı olduğu yollu döküldü sosyal medyanın yokuşlu taşlı yollarına. Fakir biraz, halka ırkçı diyenlerin sırtını yasladığı Batı’nın, varlıksal temelini kibirde bulan ırkçılığın doğum yeri olduğunu anlatsın.
Özdemir İnce ustamız, 1966’da Paris’te, Delambre Sokağı’ndaki, 26 numaralı odasında şöyle yazar defterine: “Kafamda artık, hayran olduğum batı kavramı da yok. Louvre’da, Eiffel Kulesi’nde, Opera’da, Seine Nehri’ni aşan sayısız köprülerde, geceleri pırıl pırıl aydınlatan vitrinlerde, yüzyıllardır sömürülen Asya’nın, Afrika’nın kanını, alın terini görüyorum. Midem bulanıyor. Batılı denen adam, ırk ayrımına karşıysa, bu, ilerici sol aydın ya da Hıristiyan görünmek hevesindendir; üstünlük duygusunun zorlamasındandır. Batı’nın hamuru ırkçılıktan, sömürüden, egoizmden, bireycilikten yoğrulmuştur...”
Batı’da belli süre, turist olmak dışında başka sebeplerle yaşamış çoğu insan, az buçuk dünyaya bakmayı biliyorsa İnce’nin saptamalarına katılır. Afrika'yı, Amerika'yı talan eyleyip sömürgeleştiren Batı’dan konuşacağım, Haçlı seferiyle Doğu'yu zapt etmeye kalkan; sağ elinde İncil, omzunda silah; kendinden olmayanı tarih boyu ezen Batı. O ki yenice, “düşük ırk” yerine “farklı kültür”, “cinsiyet”, “kimlik” kartlarını karıp masaya süren... O ki mazlumlara her daim bomba yağdıran beyaz adam!
Önce tanımlar! Onlar bile yere ve zamana göre değişiyor. İngilizler The Reader's Digest Great Encyclopaedic Dictionary’de, "theory that fundamental characteristics of race are preserved by an unchanging tradition" demiş; ırkların temel özelliklerinin değişmez olduğunu savunan teori diyesi. Hachette Dictionnaire Encyclopédique’de Fransızlar "théorie fondée sur l'idée de la supériorité de certaines 'races' sur les autres" diye tarif ediyor; bazı ırkların diğerlerinden üstün olduğu fikrine dayanan teori. Materyalist Felsefe Sözlüğü, “insanların değişik ırklardan geldikleri olgusuna dayanarak sosyal eşitsizliği, sömürüyü ve savaşları meşrulaştıran bir reaksiyoner teori” olarak görmüş kavramı.
Her bir tanım, ırkçılık başlığını teori ortak paydası altında toplamış. Gel bir de pratiğe bakalım öyleyse. Geçen yüzyılın başında, İngiltere’de, Harper, Chapman & Hall yayınevi tarafından Düşünen İnsan Kitaplığı başlığı altında bir dizi kitap yayımlandı. Dizinin yazarlarından biri de bilim-kurgu edebiyatının babalarından H. G. Wells’tir. Beyefendinin Anticipations adlı kitabı (bizde çevirisi yok sanırım) popüler olur o yıllarda. Bu kitapta Wells, dünyanın en ileri halklarından seçilmiş bir bilimsel seçkinler kurulu tarafından yönetilecek elit bir dünyadan söz eder. Geri (!) ve yetersiz (!) halkların kaderleri içinse şöyle buyurur efendimiz: “Peki, geri kalanlar, yeterlik gereklerine uymayan o siyahi, esmer, kirli beyaz ve sarı insan yığınları ne olacak? Eh, dünya bir hayır kurumu değil, bir dünyadır ve bence yok olup gitmeleri gerekecektir. ... Onlara düşen pey soyca tükenip ortadan kalkmaktadır...” Şu insancıl kültüre bak hele!
Tezi açıkça koyalım: Modern ırkçılık, Batı’nın aydınlanma projesinin çocuklarından biridir, üzgünüm. Özellikle Hume, Kant ve Voltaire. Bu adamların üçünde de bir “ırk hiyerarşisi” modeli görürüz. Bak, Hume ne diyor: “Zencilerin ve genelde bütün diğer insan türlerinin doğal olarak beyazlardan düşük konumda olduklarını sanmaya eğilimliyim. Beyaz tenliler dışında hiçbir uygar kavim görülmediği gibi, eylem ya da kuram bakımından seçkin bir kişi bile yetişmiş değildir. Onlarda yerli imalat, sanat ya da bilim dalları yoktur. Buna karşılık, geçmişteki Germen ve şimdiki Tatarlar gibi en kaba ve barbar beyazlar dahi yiğitlik, yönetim biçimi ya da diğer bir özelik açısından seçkin bir yan taşırlar.” Biraz geveledikten sonra da kusuyor adamcağız: “Avrupa’nın her yanına dağılmış zencilerin hiçbirinde yaratıcılık belirtileri saptanmış değildir; oysa bizim eğitimsiz, düşük insanlarımız bile her meslekte sıfırdan başlayıp sivrilirler. Jamaika’da öğrenim görmüş çok yönlü bir zenciden söz edildiği doğrudur; ama birkaç kelimeyi pürüzsüz söyleyen bir papağan gibi çok ufak marifetlerden dolayı takdir edilmiş olması muhtemeldir.” Ben ekleme yapmadım, sen karar ver. Richard H. Popkin, Hume’s Racism adlı kitabında yazıyor, bir de The High Road to Pyrrhonism’de...
Daha güzelleri de var. Rönesans’ın en sevdiğim adamlarından Paracelsus, Amerika yerlilerinin, Tevrat’ta anlatıldığı üzere Âdem peygamberin soyundan değil birtakım ruhsuz yaratıklardan (peri, denizkızı gibi demiş ama bunları övgü biçiminde algılanma, insan değiller diyor adam) geldiğine inanıyordu.
Voltaire’e bak bir de. Nereden kazandığı şaibeli serveti, çok satan kitapları, ödemden frengiye beşbenzemez hastalıklarıyla aydınlanma çağının büyük öncüsü (!), bir mektubunda Afrikalıların mı maymun soyundan, maymunun mu Afrikalılardan geldiğini sormuştu. O meşhur Felsefe Sözlüğü’nde Yahudiler ya da İbrahim peygamber için söylediklerini hiç anmayayım burada.
Vakit bulursa fakir, sevgili Ersoy İrşi’nin hazırladığı Türk edebiyatı – Türkçe edebiyat için de bir değerlendirme yazacak. Bakalım. Vakit olursa.