İskender’in büyük sırrı
Sokak kapısı daracık, içerisi loştu. Oradan güneşli bir avluya geçtim. Bir tarafında sokağa karşı duvar, bir tarafında çadır altında gölgelik, diğer iki yanında dizilmiş odalar, tam ortasında ise keten bez gerilmiş yuvarlak bir çöküntü vardı. Bana Konya’nın Suğla Gölü kıyısındaki evleri hatırlattı. Bir genç beni elimden tutarak dar, dik ve dönen kerpiç merdivenlerden indirdi. Biraz evvel 40 derecede yanarken birden serinlemiştim. Nerede olduğumu anlamağa çalıştım. Duvarlara dizilmiş cüceler bana bakıyordu. İlki “Zurna Pehlivan” diye tanınan, acı kuvvetine karşın müşfik, pos bıyıklı bir pehlivandı. Üstü çıplak altında ise bir kıspet vardı. İkincisi bir saman satıcısıydı ve tablasında sarımsak gibi ‘S’ ile başlayan Nevruz kutlaması için önemli olan 7 yiyecek ve eşya vardı. Üçüncüsünde eli değnekli, başı kavuklu yaşlı bir sofu, ayı oynatan bir davullu türkücü, bir hokkabaz; bir de yan gelip yatmış afyon tiryakisi beni dikkatle süzüyordu. “Mübarek” içlerinde en ünlüsüydü. Yavuklusu Serfinaz’ı, canavarın esaretinden, herkese akıl danışırak kurtarıp, sevdiği kıza kavuşmuştu.
DÜĞÜN
Sultan Selim’in oğlu Faruk Han’ın düğünü ve gelini dillere destandı. Molla, Kahveci Kız, Süpürgeci ve Derviş ön saftaydı. Av sahnesinde ise Yaver, Şekerci ve Tazı vardı. Çöl ortasında, 10 metre derinde, havadar ve serin bir harikalar diyarındaydım. İplerinden sarkan bu kuklardan sonra merakla ikinci odaya geçtim. Burada, bir kazıdan çıkmış binlerce yıllık oyuncaklar vardı. Nineler-dedeler, ana-babalar, hatta çocuğun kendisi bile oyuncak yapardı. Pişmiş kilden kolları takılıp çıkartılan bir adam, tekerlekli atlar, koyunlar, keçiler ve onlardan çıkan “aşık” kemikleri eksik değildi. Türklerin bulunduğu yerlerde yaygın olan bu oyundan, rekabet anlamında “aşık atmak” deyimi halen dilimizdeydi. Bir de ne göreyim Sümerli Kahraman Kral Gılgamış da orada değil mi? Günahlarından arınmak için yedi gün uyumayan, ölümsüzlük otunu bir yılana kaptırınca ölüme yenilen Uruklu Kahraman bir Zigurat’ın önünde dururken müze duvarına nakşedilmişti (Çığ, 2000, Kaynak Yayınları). Hayranlığım gittikçe artıyordu. Bir sonraki odada ise büyüklerin dilek ağaçlarına kuraklık olmasın, yağmur yağsın, hasat bereketli olsun diye astıkları bez bebekler vardı. Evin ortasında kocaman bir salon, içindeki küçük bir havuzda ise lastikli pervanesi kurulunca kendiliğinden yüzen oyuncak bir sal vardı. İçinde asma katlı odaları bulunan ve 15. Yüzyıl Bozok/Yozgat asıllı Kacar İdaresi dönemine ait bu geleneksel çöl evi bir şairindi. Etraf aydınlıktı. Başımı kaldırınca, avlunun ortasında gördüğüm keten bezli tavan penceresinin altında durduğumu anladım. Olasılıkla eskiden yanan ateşin dumanı da Çatalhöyük evlerindeki gibi oradan çıkmaktaydı. Bir köşede sırtına işlemeli kırmızı bir örtü örtülmüş tahtadan bir at duruyordu. Çocukluk anılarım arasında iki kişinin örtünün altına girerek davul zurna eşliğinde düğün ve bayramlarda halkı eğlendirdiklerini hemen anımsadım. O sırada başka bir köşede iki direk arasına lastiklerle tutturulmuş bir cambaz vardı. Ev sahibim hemen “Aliverci”, bense ona “Hacıyatmaz” dedim ve kardeşim küçükken onunla oynadığımızı anlattım. Diğer bir köşede ise Hint, Afgan, Özbek, Beluç, Tacik ve Avrupadan bebekler duruyordu. Onların arasında başı yaşmaklı, pazen elbisesinin üstünde düğme göğüsleri olan ve her iki elinde yeni doğmuş bebek tutan “Türk Bebeği” vardı. Bir başka köşeye müzik aletleri ile kamış ve ahşaptan hayvan, yerli bumerang gibi oyuncaklar dizilmişti.
BÜYÜK İSKENDER
Artık, istemeyerek ayrılıyordum. İndiğim merdivenlerden yardımla çıkarken dikkatimi duvardaki resimli masal çekti: “Bir zamanlar İskender isimli kral Selanikten kalkıp buralara gelmiş. Ama sırrını yalnız berberi bilirmiş. Meğer İskender’in başında iki küçük boynuzu varmış. Gel zaman git zaman bu sır yüzünden berberin karnı şişmiş. Şifacı kadın onun bir sır sakladığını anlamış ve ondan kurtulursa iyileşeceğini söylemiş. Berber İskender’in kendisini öldürmesinden korkmuş. Şifacı ‘O sırrını bir kuyuya söyle’ demiş. Berber dediği gibi yapmış ve iyileşmiş. Derken, bir çoban koyun otlatırken kuyu etrafındaki sazları görüp iki düdük yapmış. Bunları küçük kızıyla oğluna vermiş. Çocuklar düdük çaldıkça herkes İskenderin büyük sırrını öğrenmiş.” Tekrar evin tavanı üstündeki avluya çıktık. Her ülkenin adını ve bayrağını taşıyan konaklama odalarının ilki Türkiye’nindi. Duvara “Hacivat ve Karagöz” çizilmişti (https://www.tappersia.com/kashan-toy-puppet-museum/). Kaşan’daki bu Oyuncak ve Kukla müzesinden ayrılırken, her yıl tekrarlanan İran Kukla Festivaline katılmayı diledim. Bu akraba ve dost ülkenin, Frig başkenti Gordion’da (Polatlı) yatan “uzun kulaklı” Kral Midas Operasını seyretmeleri ne kadar anlamlı olurdu.