İsmet Paşa ve Mussolini
Toronto Satar Gazetesine Ekim 1922’de yazdığı yazılarda, Atatürk’e maalesef fırsatçı diyen Ernest Hemingway 15 ay sonra Lozan toplantılarının yapılacağı Ouchy Şatosu’nda ortaya çıkar (27 Ocak 1923). Burası aslında Cenevre Gölü’nün mavi sularına bakan eski bir balıkçı kasabasıdır. O tarihten 60 yıl önce bu şato, İngiliz Lord Byron’un (1788-1824) sakat bacağıyla kaldığı yerdir. Şairlikten sıkılınca Osmanlı idaresine ayaklanan Rumlara yardım için kurulmuş olan Londra Komitesinin casusu olur. Ancak hastalanır ve hayatını Osmanlı topraklarındaki Etolo-akaniya’da kaybeder. Bu gerçeği bilen Ernest Hemingway’in gözü şatonun girişindedir. Kimler yoktur ki...
İSMET PAŞA
Bulgar Başbakanı Aleksandır Stambuliski (İstanbullu), Sofya’nın köylü hükümetinin kendisinden bir açıklama isteyeceği korkusuyla Lozan’da Limuzine binmez. Rus delegasyonunun konferansa katılıp katılmayacağı belli olmadığı için onlar da bir taksi çağırır. Asıl herkes İsmet Paşa’yı merak eder. Hemingway kendisini kısa boylu ve ufak tefek diye tarif eder ve “sanki dikkati çekmemek için özel bir deha sahibi” diye bahseder ondan. “Mustafa Kemal’in kimselerin unutamayacağı, İsmet Paşa’nın da kimselerin hatırlayamayacağı bir yüzü var” diye ekler yazısına (s:40). 1919’da Türkiye’deki ulusal hareketleri, 1920’de TBMM’nin açılmasını, 1921’de Türkiye ile dostluk için Moskova Antlaşması’nı imzalayan, 1922’de Musul sorununda, 1923’te Lozan Antlaşması’nda ve Montrö Boğazlar Antlaşması’nda daha sonra Musul’un İngiltere yerine Irak’a bırakılmasında (1924) Mustafa Kemal’i destekleyen; Troçki’nin eski yardımcısı ve daha sonra Rus Dışişleri komiseri Çiçerin, “ünlü kitle toplantılarından birinden çıkarken, İsmet Paşa’nın da Savoy Oteli’ne girdiğini hatırlıyorum” diye yazıyor. Hemingway: “Paşa, asansörün gelmesini bu kalabalığın arasında beklemiştir ve kalabalıkta kendisiyle görüşmek için randevu kopartmaya çalışanlar da olduğu halde, hiçbiri onun kim olduğunu bilememişti.” Hemingway kendisine yaklaşır ve derki: “Onu tanımış olmak iyi bir atlatmaydı ve yürüyüp kendisini karşıladım. Asansörün kapısı önünde birkaç gazeteci onu kalabalıkta itiştirince ‘Ne komik bir durum, değil mi ekselans?’ dedim. Gülümsedi ve omuzlarını silkti. Alaycı bir davranışla ellerini kaldırıp yüzünü örttü. Gülüştük. ‘Randevu alıp benimle görüşmeye gelin’ dedi. El sıkıştık. Asansöre girdikten sonra yüzüme bakıp güldü. Görüşme sonra ermişti. Kendisiyle yaptığım mülakatta çok iyi anlaştık. Çünkü ikimiz de oldukça az Fransızca konuşuyorduk. Fransızca bilmek, tıpkı Rusya’da olduğu gibi, Türkiye’de de toplumsal bir ihtiyaçtı. İsmet Paşa şakayı değerlendirmeyi de biliyor, koltuğunda arkaya doğru yaslanıp memnun memnun gülümsüyor ve Türk sekreterinin kulağına fısıldadığı sözleri dinliyor, garson kız takılıyordu. İsmet Paşa’yı mülakattan sonra bir kere daha gördüm. Montrö’de bir dansingde oturmuş, gülümseyerek dans edenleri seyrediyordu. Masasında oturan iriyarı, aksaçlı iki Türk de Paşa’nın yediği kek ve içtiği üç fincan çay sırasında ona eşlik ediyordu. Orada yine kimse kendisini tanıyamamıştı” (s.41).
MUSSOLİNİ
Hemingway’e göre Lozan’da bulunan Mussolini, İsmet Paşa’nın tam zıddı bir şahsiyet idi. O “Avrupa’nın en büyük blöfçüsü. Beni yarın dışarı çağırıp kurşunlasa bile, yine de kendisinin blöfçü olduğu inancından geri dönmem. Kurşunlama işlemi bile blöftür derim. Sinyor Mussolini’nin kaş çatıp surat asmak için kendisini zorlarken, ağzı aczini ortaya çıkarır. Oysa, bu kaş çatmayı İtalya’da on dokuz yaşındaki bütün faşist delikanlıları taklit ediyor. Faşizmin sermaye ile işçi sınıfı arasında yer aldığı koalisyon devresini inceleyin ve geçmişteki koalisyonların tarihini tartın. Basit fikirleri parlak cümlelerle nasıl allayıp pulladığını düşünün. Düello etmek için ne kadar iştahlı olduğunu gözden ırak tutmayın. Korkakların çoğu, cesur olduklarını göstermek için aralıksız düello nedeni ararlar. Sonra kara gömlek ve beyaz tozluk giyen bir adamın, ‘aktör’ bile olsa, bir eksikliği vardır. Belki 15 yıl iktidarda kalır, belki de kendisinden nefret eden Gabriele d’Anunzio onu devirir. Lozan’da birkaç tavrını anlatayım. Faşist diktatör, basın mensuplarını kabul edeceğini bildirmişti. Herkes kalktı geldi, salonda toplandık. Ama 200 muhabiri ve çalıştığı 2000 gazeteyi, bir kitabı okuyarak bekletiyordu. Ardına geçip baktım: Okuduğu kitap Fransızca-İngilizce bir sözlüktü, üstelik de ters tutmuştu. Mussolini’yi diktatör rolünde aynı gün Beau-Rivage Oteli’nde, Lozan’da yaşayan bir grup İtalyan kadını, kendisine bir demet gül vermek için geldiklerinde gördüm. Köylü sınıfından altı kadın Lozan’da çalışan İtalyan işçilerinin eşleriydi. Kadınlardan biri bir adım ileri çıkıp hazırladığı söylevi okumaya başladı. Mussolini kaşlarını çatıp kadına alaycı bir tavırla gülümsedi, diğer beş kadını süzdükten sonra, tekrar odasına çekiliverdi. En iyi Pazar ayini kıyafetlerini giymiş, hiç de çekici olmayan köylü kadınlar, gülleri ellerinde, öylece kalakaldılar. Oysa Mussolini yarım saat sonra ‘tebessümü’ ile aklını başından alan İngiliz heykeltıraş ve gazeteci Bayan Claire Sheridan’ı kabul ediyor ve kendisiyle yarım saat görüşmek için vakit buluyordu.” (Hemingway, 1988, İşgal İstanbul’u ve İki Dünya Savaşı, Bilgi Yayınevi, İstanbul, s.42,43).