İstanbul
İstanbul iki-yüzlü bir kent. Bir tarafta Doğu Roma’dan Osmanlı’ya başkent olmasının yarattığı tarihsel avantaj sayesinde olağanüstü güzellikleri barındırıyor. İstanbul, yüzyıllar boyunca hükmettiği bölgelerde yaratılan bütün artık ürüne vergi olarak el koymuş, onların kimliksiz, kişiliksiz ve yoksul kasabalar olması pahasına kendi görkemini inşa etmiş bir merkez. Coğrafyasının özellikleri ile tarihsel sömürü birikimi bir araya gelince, ortaya dünyanın en güzel şehirlerinden biri çıkıyor. Bu, İstanbul’un bir yüzü.
Öte yandan İstanbul, bir azgelişmişlik kanıtı. Osmanlı devletinin batı kapitalizmine çarpık eklemlenmesi ile başlayan süreç, İstanbul’u şişirmeye başlamıştı. Atatürk döneminin bölgeler arası dengeli kalkınmayı gözeten merkezi planlama anlayışı sürdürülebilseydi, İstanbul yine Türkiye’nin görece en kalabalık fakat “yaşanabilir” kenti olabilirdi. Oysa İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yeniden batı sistemi ile eklemlenme süreci başlayınca Türkiye kapitalizminin çarpıklığına, İstanbul’un kentleşme dinamiklerinin çarpılması da eşlik etti.
Bu nedenle İstanbul’a ne yol yetiyor ne de altyapı. Eşitsiz ve dengesiz gelişme, tipik bir azgelişmişlik manzarası yaratmış durumda. Ülkenin en gelişkin kentinde, milyonlarca insan açısından yaşam kalitesinin sefaleti, o büyük imparatorluklar mirası ile çelişme halinde bulunuyor. Bu iki-yüzlülük hali, kelimenin riyakârlık anlamındaki ikiyüzlülüğün de kaynağına dönüşüyor. İstanbul size vaatlerde bulunuyor ama halkın büyük kısmı için o vaatler yalan. İstanbul’da yaşayan insanların büyük kısmı İstanbul’u yaşayamıyor.
Yarın İstanbul, yeni dönemin belediye başkanını seçmek için yeniden sandık başına gidecek. Koskoca bir metropolün kaotik hale dönüşmüş sorunları, aklın ve sağduyunun küpeşteden atıldığı, yerine fanatik bir dilin ikame edildiği taşkın duygular ikliminde “çözümünü” arıyor! Böylesi bir ortamda demokratik bir düzenin sürdürülebilmesi için gereken kamusal diyalogun oluşması imkânsız. Seçmenlerin en az sahip oldukları şey, gerçekte en çok ihtiyaç duydukları. İki-yüzlü bir kentin ahalisi, adeta kentin karakterinin lanetine uğramış durumda. Kitleler, programların değil kişilerin etrafında saflaşıyor. Ama hep böyle olmaz mı diyenler olabilir. O kişiler aynı zamanda farklı birer belediyecilik anlayışının temsilcisi değiller mi?
Türkiye neoliberalizmin yörüngesine girdiğinden bu yana, ideolojiler çağının bittiği masalının etkisini yaşıyor. Genel seçimlerde olduğu gibi belediye seçimlerinde de sadece vaat yoluyla seçmen avcılığı öne çıkıyor. Şahıslar üzerinden öne çıkan tarafgirliklerdeki ideoloji ve program boyutu son derece yüzeysel ve aldatıcı. Binali Yıldırım’ın muhafazakar kimliği, son tahlilde belediye rantlarını tarikatlara aktarmaktan öte bir işe yaramazken, İmamoğlu’nun sosyal demokrat kimliği, rant aktarılacak kimselerin seküler kimlik taşımasından öte bir anlam ifade etmiyor. Her iki adayı seçenlerin seçemeyeceği şey, kamu yararıdır.
İstanbul’u içine düştüğü yaşam kalitesizliği girdabından kurtaracak olan, İstanbul’u Türkiye’nin bütünsel kalkınması içine yerleştirmektir. Bütün Türkiye’nin ekonomik, toplumsal ve kültürel yükünü omuzlarına yüklediğiniz bir kenti, hiçbir belediye başkanı kurtaramaz. Oysa seçim atmosferi, hem programlara odaklanmak yerine kişilere odaklanılarak hem de bütünsel bakmak yerine İstanbul’a “anayasa” önermek gibi indirgeyici yaklaşımlar ile yürütülüyor.
İstanbul’un kurtulması için önce İstanbullunun kurtulmaya karar vermesi gerekiyor. Ali’nin takkesini veliye geçirerek kazanılacak küçük mutlulukların fazla sürmeyeceğini söylemeye gerek var mı?