İstanbul’u sevmek gerek
Muhalefetinden iktidarına, gencinden yaşlısına, yerlisinden yabancısına herkesçe İstanbul’un tartışıldığı bir dönemden geçiyoruz. Yok edilen bir yeşilin yerinde yükselen gökdelenler, hoyratça harcanan tarihî yapılar, çarpık ve de bir o kadar sağlıksız kentleşme, artan nüfus, kent mobilyalarındaki ve anıtlarındaki kiçlik vb. Tüm bunlar bir kentin, hiç kimse tarafından yadsınamayacak olumsuzlanışının göstergeleri...
YİNELEYEN DEĞİL YENİLEYEN KENT
İnanmayacaksınız ama İstanbul, tüm olumsuzluklara karşın halâ güzel bir kent olma konumunu inatla ve de kendisine özgü betimlenemez ve de anlaşılmaz bir savunma -ya da korunma mı diyelim- yöntemiyle sürdürebilmenin üstesinden gelebiliyor. Belki de bu denli hoyrat ve de acımasızca yok etmeye çalıştığımız bu büyük kent, geçmişinin izlerini taşıyan kimi yapıların kutsallığı ve de harcanamaz oluş özellikleriyle kıyım ve yıkımlar karşında her şeye rağmen ayakta kalmayı, var olmayı başarabiliyor. Bu “her şeye rağmen”liği, Doğu ile Batı’nın kavşağındaki kentin kendine özgü konumu ile tanrının bu kente bir iyiliği olarak tanımlamak mümkün.
Bir kentin tarihi; onun yalnızca geçmişine ilişkin zenginliği, zamana karşı duruşu ve de nice medeniyetlere ev sahipliği etmesiyle tanımlanamaz, asıl, geleceğe bıraktığı mirasın günümüzdeki kullanımıyla ölçülebilir. Dünyadaki kimi kentler geçmişleriyle, kimileri ise gelecekleriyle övünür. İstanbul içinse hem geçmiş hem de gelecek önemli bir yer tutar. İstanbul vb kentleri öne çıkaran en önemli özellik, bu kentlerin biraz günümüz teknoloji ile beslenen kaçınılmaz gereksinimlerinin diretmesi, biraz da eski ile yeni arasındaki kaçınılmaz denge sorunsalı yüzünden, kendilerini yineleyen değil, yenileyen birer kent olgusuna sahip olmalarından gelir.
KUCAKLAYAN KENT
İstanbul’u, yeniliğe ve ileriye dönük gelişmelere kucak açışıyla, yaprakları çok geniş bir egzotik bitkiye de benzetebiliriz. Bu, doğunun ve batının tüm nimetlerinden öylesine beslenen bir bitkidir ki, ne olursa olsun, yaprakları arasına alıp sindirerek kendine mal etmesini bilir. Kendisi gibi değil, kendisi yapar. Yeniliği, çağdaşlığı, kendinden olmayanı bile alıp kendine benzetme hüneri, bu kentin doğasında, coğrafyasında, hoşgörüsünde ve tabii ki çeşitli inançların ve ırkların insan mozaiğindeki o anlatılmaz, betimlenemez zenginliğinde, bir arada, birlikte yaşama geleneği ve biçiminde vardır.
İstanbul; eski ile yeninin, gelenekle geleceğin, dün ile bugünün dahası Doğu ile Batı’nın asırlar boyu birlikteliğinin bir arada kendine özgü bir yaşama felsefesini oluşturduğu aynı zamanda bir kardeşliğin kentidir de... Bu kardeşlik sözde kalan, öylesine yapılmış gelişigüzel bir yakıştırma değildir. Her bir yanı açık hava müzesi niteliğindeki kentin mimari dokusunun çehresiyle işlevine bakınca bunu tüm yönleriyle görebiliyoruz. Kilise ile caminin, havra ile mescidin yan yana sürüp ezanla çan sesinin birbirine karışması bu kardeşliğin asırlar boyu dinmeyen ve hiçbir zaman da dinmeyecek bir ortak ezgisi ya da ayini gibidir.
ŞENLİK KENTİ
İstanbul biraz toprak, biraz su ve biraz da hava ve ateştir. Kimi zaman; toprak su ile karışır Prens adalarında, kimi zaman da su karışır toprakla Altın Boynuz’da. Su mu vardır topraktan önce bu kentte, yoksa toprak mı vardır sudan önce, hiç bilinmez.
İstanbul ateştir biraz da. Alevini bir İstanbul gününde suya düşen yakamozlardan değil de, Ayasofya ve Sultanahmet’in görkemli kubbelerinin ardından her gün batan güneşten alır. İnanmayanlar için, gün batımında Kalkedon’daki (Kadıköy) evlerin pencerelerine bakmak yeterlidir. Bir yangın yerine değil, aksine bir şenlik kentine dönüşür İstanbul bu ateşle her gece.
İstanbul bir havadır da ayrıca... Onu anlatabilmek ne mümkün? Solumak, elle dokunur gibi uzanmak, koklamak, dahası orada yaşamak gerek...
Biliyorum, çok zor... Yine de göze almak ve denemek gerek!