İtalya yolunda Goethe'yi şaşırtan kız çocuğu
Otuz yedinci yaş günü olan 28 Ağustos 1786'da kaplıca kenti Karlsbad'da dinlencededir Goethe. Weimar Dükü Karl August'un da aralarında bulunduğu dostlarıyla Bohemya'nın bu güzel kentinde kutlar doğum gününü. Fakat neşesi çok uzun sürmez. Weimar'da üstlendiği ağır devlet görevlerinin, tıp ve doğa bilimleri üstüne yaptığı süreğen araştırmaların, yazınsal uğraşlarına dilediğince zaman ayıramayışının sıkıntısı içindedir çoktandır. Bunca sıkıntısına bir de kendinden yedi yaş büyük ve evli bir kadın olan Charlotte von Stein ile ilişkisindeki gerginlikler eklenince, Karlsbad'daki dinlencesini birden kesip sessizce İtalya'ya kaçmakta bulur çareyi...
İki yıl sürecek İtalya yolculuğuna bir posta arabasıyla çıkacaktır. Bir palto, bir tahta bavul ve yanından eksik etmediği porsuk derisi sırt çantasıyla biner posta arabasına. Kendisini alıkoyacaklarından emin olduğu dostlarını dahi haberdar etmeden, 3 Eylül sabahı gün ağarmadan gizlice uzaklaşır Karlsbad'dan.
RÖNESANSIN BOY VERDİĞİ ÜLKEYE
Bu uzun yolculuklar, sadece ruhsal arınma ya da özgürlük duygusunu yaşama ereğiyle sınırlı değildir Goethe gibi yüce sanat insanları için. Göreceği yeni memleketler, öğreneceği taze bilgiler, karşılaşacağı ilginç insanlar, üstünde özgün kokular taşıyan başka yaşamlara dair her şey, onun büyülü kaleminden ak kağıtlara dökülüp ölümsüz yapıtlara dönüşecektir bu yolculukta...
İtalya'nın özel bir yeri vardır Goethe'nin yüreğinde. Rönesansın boy verdiği bu ülke, aynı zamanda birkaç yüzyıl önceden Avrupa edebiyatına aydınlanma yollarını açmış, yapıtlarıyla kendisine ilham vermiş Dante'leri, Petrarca'ları, Boccaccio'ları da yetiştiren bilgeler diyarıdır.
BABA GOETHE’NİN DİLEĞİ
Diğer yandan, Avrupa'nın görsel sanat eserleri deposu olan İtalya'ya, babası Johann Caspar Goethe de henüz genç bir hukukçu iken yolculuk etmiş, İtalyan dilini iyi derecede öğrenmekle kalmamış, eşsiz anılarıyla bezediği kapsamlı seyahat notlarıyla dönmüştü Frankfurt'a. Evleri, babasının o seyahatinden getirdiği, tablolarla, kitaplarla, küçük sanat eserleriyle doluydu. Baba Goethe, çocuklarının da bir gün bu ülkeye gitmelerini istiyor, gençken ve enerji dolularken onları bu uzun yolculuğa çıkmaya, kültür yaşamlarını varsıllaştırmaya her fırsatta isteklendiriyordu.
İşte böyle kültür sevdalısı, öğrenmeye meraklı, çağının ötesinde yaşayan, cesur bir babanın oğluydu Goethe. Babasının da yüreklendirmesiyle, 1775 yılında ilk İtalya seyahatine çıkmıştı Goethe.
Fakat, Frankfurt'tan ardı sıra gönderilen bir görevli, dört nala koşturduğu atıyla Heidelberg yakınlarında ona yetişmiş ve Weimar'da kendisine verilecek Elçi Yardımcılığı görevi nedeniyle genç Goethe'yi rica ve ısrarla bu uzun seyahatin sekseninci kilometresinden geri çevirmişti.
Ama bu kez farklıydı. Ne Karlsbad'dan dört nala gelip onu yolundan çevirecek bir atlı vardı ardında ne de kararlarını hızla değiştiren yirmili yaşlarındaki o uçarı genç yazar. Genç Werter'in Acıları'yla adını tüm Avrupa'ya duyurmuş tanınmış bir yazardı posta arabasının meşin koltuğunda oturan artık.
Sarsıla sarsıla ilerleyen posta arabasıyla, Münih'ten, Yukarı Bavyera'dan geçip Güney Tirol'e, Adriya kıyılarına, Venedik'e inecek, oradan Roma'ya, Akdeniz kıyılarına, Napoli'ye ve Sicilya'ya kadar uzanacak yorucu ama keyifli bir yolculuğun tadını çıkartacaktı.
Bu yolculuğunun, küçük yaşlarından beri görsel sanatlara olan yeteneğini daha da harlandıracağını, ünlü İtalyan sanatçılardan alacağı esinle, öğreneceği yeniliklerle, edebiyatta olduğu gibi görsel sanat dalında da kendisini en üst kerteye taşıyacağını düşlüyordu...
FAYTONDA TUTULAN NOTLAR
Karlsbad'dan ayrıldıktan birkaç saat sonra, günün ilk ışıklarıyla bu seyahatin ayrıntılı notlarını tutmaya başlar Goethe. Edebiyatın ve bilginin birbiriyle zor uzlaşır sanılan kendine has dillerini, geçtiği güneşli yollarda, mola verdiği ağaç gölgelerinde ustaca birleştirecektir.
Doğa gözlemlerini, ziyaret ettiği tarihi yapıların ince özelliklerini, ülkesinde pek bilinmeyen değişik yaşam biçimlerini hem bilim adamı hem de yetkin bir yazar gözüyle yorumlayıp zamana adayacaktır...
Bavyera sınırında yazmaya başladığı günlüklerini, İtalya topraklarında geçireceği iki yıl boyunca daha da genişleterek, derinleştirerek sürdürecektir.
Sıradan görünen birçok anı, birçok raslantı, ancak usta bir anlatıcının dilinden duyulduğunda ölümsüzleşmiyor muydu zaten her çağda? Büyük Goethe'nin de İtalya yolunda not defterine özenle işleyip ölümsüzleştirdiği yüzlerce anısından ilki, yazarlıkta 'öğrenciliğin' hiçbir zaman bitmeyeceğini gösteren bir kanıttır aynı zamanda.
GOETHE’NİN ARIKUŞU GİBİ KAPTIĞI ÖYKÜ
Tam Bavyera'dan Tirol'e doğru ilerlerken yolda karşılaştığı ve bir sonraki kasabaya kadar faytonunda misafir ettiği küçük bir kızın onu hem şaşırtan hem sevindiren sohbeti, İtalya yolculuğunun yazınsal yönden bereketli ve bol öykülü geçeceğinin ilk işareti gibidir.
Sanat için, edebiyat için, bilim için İtalya'nın yoluna düşenlere iyi yolculuklar dileyerek sözü Goethe'ye bırakalım:
“Mittenwald, 7 Eylül Akşamı,
Münih'ten saat beşte ayrıldığımda gökyüzü ağarmıştı. Tirol Dağları'nın üstüne kümelenmiş bulutlar devinimsiz duruyordu. (...)
Saat dört buçukta Walchensee'ye ulaştım. Buraya gelmeden yaklaşık bir saat önce tatlı bir mecerayla karşılaştım. Kızıyla birlikte önümde yürüyen arp çalgıcısı bir adam, on bir yaşındaki kızını arabama almamı rica etti. Elinde çalgısıyla o yoluna devam ederken, ben kıza yanımda yer açtım. Kız elindeki iri, gıcır gıcır bir karton kutuyu ayaklarının dibine özenle yerleştirdi.
Okumuş, terbiyeli, görmüş geçirmiş bir can'dı. Zamanında Maria- Einsiedel'e, küçük hac ziyaretine, annesiyle yaya gitmişler. Tam büyük hac yoluna, kutsal St. Jago von Compostell'e yola çıkacaklarken, annesi bu çok niyetlendiği kutsal yolculuğu yerine getiremeden vefat etmiş.
Tanrının Anası Hz. Meryem'in yoluna ne yapılsa azdır, dermiş annesi. Büyük bir yangında, temeline kadar kül olan bir evin kapısının hemen üstünde asılı duran cam çerçeveli Meryem Ana resmine hiçbir şey olmadığına da göz tanıklığı etmiş; ki bundan daha büyük bir tansıklık da olamazmış...
Bütün yolculuklarını yayan yaparmış. En son Münih'teymiş; Dük'ün huzurunda çalmış ve ayrıca kendini Dük'ün etrafındaki tam yirmi bir soyluya da dinletmiş...
Çok hoşça vakit geçirtti bana.
İri iri, güzel kahverengi gözleri, ara ara kırıştırdığı kararlı bir alnı vardı.
Konuştuğunda hoş ve doğaldı; özellikle çocuksu kahkahasını atarken. Buna karşılık suskunlaşıp üst dudağını büktüğünde, sıkıntılı, mahsun bir ifade bürüyordu yüzünü.
Onunla birçok şey konuştum. Her konuya hakim, etrafına son derece dikkatliydi.
Bir ara bana, şu ne ağacı, diye sordu. Yolculuğum boyunca gözüme ilk kez çarpan, irice, güzel bir akçaağaçtı. Kız bunun hemen ayrımına varmıştı; yol boyunca sıra sıra ağaçlar arasından yeni öğrendiği ağacı artık diğerlerinden adıyla seçebileceği için sevinçliydi.
Bozen'e panayıra gidiyormuş; büyük olasılıkla ben de oraya gidiyor olmalıymışım. Eğer orada karşılaşırsak, ona bir atlıkarınca satın almalıymışım. Ben de alacağıma söz verdim. Bozen'de hem yeni başlığını da giyecekmiş. Münih'te kazandığı parayla yaptırmış bu başlığı. Bana daha giymediği başlığını göstermek istedi. Hemen karton kutuyu açtı; bol işlemeli, bağcıklı başlığına ben de onunla birlikte sevinç duydum. Bir başka hoş duruma daha sevindik. Havanın iyi gideceğine dair güvence verdi. Onlar barometrelerini yanlarında taşırlarmış meğerse; ellerindeki arp'leriymiş bu. Eğer arpin üst perde tellerinden tiz ses çıkarsa o gün hava iyi olacak demekmiş, bu sabah tiz çıkmış ses...
Bu alameti memnuniyetle benimsedim; bir kez daha karşılaşmayı yürekten dileyerek keyif içinde vedalaştık.”*