Kâbus gibi bir film: ‘Korkuyorum’
Reha Erdem’in 2004 yapımı “Korkuyorum Anne” filmini anımsayanlar vardır… Ari Aster’in “Korkuyorum”u da (Beau is Afraid) her şeyden önce aynen bu başlık altında ele alınması gereken bir film. “Ayin” (2018), “Ritüel” (2019 gibi çalışmalarıyla seyirciyi de eleştirmenleri de “ikiye bölen” Amerikalı yönetmen sanıyorum 2011’de çektiği yedi dakikalık kısa filmi “Beau”nun izinden gitmiş ve bu kez tam üç saatlik bir “anne korkusu” fantezisine imza atmış. Kafasına avize düşmesi sonucu başı gövdesinden ayrılarak ölen annesinin cenaze törenine gitmek için zar zor yola çıkan düşkün ve parasız bir Amerikalının yolculuğu, darmaduman bir psikolojik serüvene, tuhaf bir zihinsel atraksiyona, anneye yönelik kompleksin çözümlenmesine ve adeta bir psikanaliz seansına dönüşmüş durumda. Şöyle de denilebilir: Anksiyete-kaygı durumu bozukluğu üstüne sinemasal bir ayin gerçekleştirmiş Ari Aster ve her türlü ritüeli sergilemiş.
JOKER’İN MAHALLESİNDE GEZİNTİ
Akıllara “Joker”i bile getirecek biçimde Amerikan toplumundan çöküş-çürüme manzaraları aktararak başlayan ve bir süre böyle devam eden film, sonra birden bire dümen kırarak tümüyle zihinsel gidişatın patikalarına sapıyor ve bence ilginçliğini büyük ölçüde kaybederek tümüyle psiko-sosyo-analitik bir hal alıyor. Berbat kişiliklerin berbat mekânlardaki çıldırma efektleriyle örülü yarım saatlik çekici giriş bölümünün ardından, hiçbiri “normal” olmayan, “en akıllısı Tuzsuz Deli Bekir” dedirtecek karakterler sökün ederek geniş yer kaplıyorlar ve zavallı Beau (Joaquin Phoenix) kendi geçmişi ve kader çizgisinde kâbusuyla yüzleşiyor.
Eğri oturup doğru konuşmak gerekirse bu aynı zamanda seyirci için de bir kâbus anlamına geliyor. Çünkü gerçekten çok uzun, yorucu, takip etmekte zorlandığımız bir film var karşımızda. Kendi adıma, bu yıl en iyi film başta olmak üzere tam yedi dalda Oscar kazanan “Her Şey Her Yerde Aynı Anda”dan sonra en çok sıkıldığım film oldu “Korkuyorum”. Yönetmeni tanımak, tarzını bilmek ya da Joaquin Phoneix’in iyi oyunculuğu, hatta Parker Posey’nin sürprizli varlığı da hafifletmiyor bu sıkıntıyı.
BİLİNÇALTI MAĞARALARINDA KAYBOLMAK
Beau’nun yaşadığı izbe oda ve apartmanıyla, şiddetin ve çılgınlığın kol gezdiği, çıplak adamların koşuşturduğu, kavga dövüş dolu, cesetlerin yattığı sokaklarla, başlangıçta bir yıkım senfonisi olacağı hissiyatı uyandıran, bir “Amerikan kâbusu” izleyeceğimiz duygusu aşılayan “Korkuyorum”, keşke bu çizgiyi sürdürse ve seyircinin Beau’nun bilinçaltı mağaralarında kaybolmasına neden olmasaydı… Bu haliyle, psikiyatrların suçluluk, utanç ve aşağılanma duygularının beyazperdeye yansıması üzerine fikir yürütebilecekleri, çocukluk travmalarının, anne ve baba figürlerinin insanın “büyümemesine” nasıl yol açabildiği üzerine kalem oynatabilecekleri kapalı kapalı mı bir irade yitimi öyküsünden ötesini içermiyor “Korkuyorum”. Elbette ki psikanalitik film analizine tabi tutulduğunda ortaya bolca malzeme ve bakış açısı konulacak, öykünün altından girilip üstünden çıkılacak ve hatta yeni bir Ari Aster başyapıtından söz edilecektir ama bu mutlu azınlık dışındaki genel seyirci için fazla “olgunlaşmış” olduğu için yenmez hale gelmiş absürt ve de basın bültenindeki nitelemeyle “cesur bir korku komedisi”nden başka bir şey yok ortada.
Ari Aster, bundan sonraki filmini de merak edeceğimiz, “Bu kez ne yapmış acaba?” diyeceğimiz, önceki çalışmalarını önemle andığımız bir yönetmen kuşkusuz ki ama bu kez öylesine bir cesaret gelmiş ki kendini biraz fazla aşmış ve korku komedisi demeye bin şahit isteyecek bir iş yapmış.