28 Aralık 2024 Cumartesi
İstanbul
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Mersin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Kaçınılmaz çöküşün iç nedenleri

Tuğrul Kihtir

Tuğrul Kihtir

Eski Yazar

A+ A-

Geçen pazar günkü yazımızda Osmanlı İmparatorluğunun çöküşüne neden olan coğrafi buluşlar dönemini yazmıştım. Bugün ise koca İmparatorluğun kaçınılmaz çöküşüne sebep olan iç nedenleri yazıyorum. Bu gerçeklerin iyi bilinmesi gerekir ki aynı hatalar önlensin. Devletleri yıkan, iç çürümelerdir çünkü. Bütün imparatorluklar böyle çökmüştir tarihte.
15-16. yüzyılda Avrupa’da ortaya çıkan rönesans, reform ve coğrafi keşifler ortamını Osmanlı bir türlü benimseyememişti. Gelişen bilim ve teknolojilere kendi topraklarında sahip olamamıştı. Değişime toplumsal yapının egemenleri direnmiş ve direnmeye sonraki yüzyıllarda da devam etmişti. Matbaa bile ülkeye ancak 1727 yılında girebilmişti.
17. yüzyıldan itibaren yüksek ekonomik sistemler geliştiren Avrupa devletleri, yüksek teknolojili silahlar da geliştirmişlerdi. Osmanlı’nın 1683 yılındaki Viyana Seferi başarısızlığından sonra, düzenli ordularıyla savaş meydanlarında birkaç istisna hariç sürekli galip gelmeye başladılar. O döneme kadar ekonomisi savaş gelirleriyle dönmüş olan Osmanlı ise, her geçen gün daha da zayıfladı. Aradaki fark daha da açıldı. Böyle bir durumda toprağını kaybetmek artık kaçınılmazdı. Kısır döngü içinde gitti koskoca İmparatorluk.

YENİLEŞME GERÇEKLEŞEMEDİ
18. yüzyıldan itibaren Batı’yla açılan farkı kapatmak için, hamleler yapıldıysa da sonuçsuz kaldı. Bu hamleleri yapan yenilikçi yurtsever padişahlar tahttan indirildiler. Sonuçta Batı’nın üretim ve düşünce sistemine uyum sağlaması, hassas dini değerleri kullanılarak engellenen halk kaybetti. Zayıflayan ekonomiyle birlikte halk da, devletin merkez idaresi de, sonuçta herkes zayıfladı. Düzen içindeki gücünü kaybetmemek için yenileşmeye karşı çıkan tutucu toplum kesimlerinin tekelinde zaman içinde parçalandı koskoca İmparatorluk. Bu sürecin birbirine bağlı ana hatları şöyle gerçekleşti.

YÖNETİM TECRÜBESİZLİĞİ
Sultan I. Ahmed (1603-1617) döneminde Osmanlı hanedanı veraset sisteminde bir değişiklik yapıldı. O güne kadar tahta geçişte uygulanan veraset usulü değişti ve padişahlık artık babadan oğula değil, hanedan içinde “ekber ve erşad” yani en büyük ve reşit olana geçmeye başladı. Bu sistemin kabulüyle de şehzadeler artık gençliklerinde sancakbeyliği (valilik) ile görevlendirilmediler. Sıra kendilerine geldiğinde devlet yönetimine tecrübe edinmemiş olarak geçmeye başladılar. Çünkü bu yeni düzende tahtta hakkı olan diğer namzet şehzadeler bir tehdit unsuru olmasınlar diye, kafes usulü ile sarayda kontrol altında bulunduruluyorlar ve adeta bir hapis hayatı yaşıyorlardı. Sancakbeyliği yaptıktan sonra padişah olan son Osmanlı padişahı III. Mehmed oldu. Sultan III. Mehmed’in 1595 yılında sancakbeyliğini yaptığı Manisa’dan sonra sancakbeyliği uygulaması kaldırıldı. Koca devletin tahtına sırası gelen geçti. Padişahların yönetim tecrübesizliğinden yararlanan validelerin, saray kadınlarının ve ağaların devlet yönetiminde etkili olmaları kötü gidişi daha da hızlandırdı. Devlet makamlarına tecrübe ve bilgiye fazla bakılmadan, iltimas ve rüşvetle gelinebilir oldu. Böyle bir ortamda sadrazamlar da görevlerinde fazla kalamadılar. Ya kısa süreler içinde azledildiler ya da suikastlerle ortadan kaldırıldılar.? Sadece 17. yüzyılda 61 kez sadrazam değişti. Halbuki devlet kurulduktan sonra o güne kadarki ilk üç yüzyılın toplamında İmparatorluğun yönetiminde 55 sadrazam görev yapmıştı.

HALK AYAKLANMALARI
Bu düzende eyaletlere iltimas ya da rüşvetle tayin edilen valiler, kadılar ve diğer görevliler gittikleri yerlerde halk tarafından pek kabul görmediler. Bu boşluk ortamında memleketin her tarafında ayaklanmalar ortaya çıktı ve halkın can ve mal güvenliği kalmadı. Yeniçeriler de geçim sıkıntısını ileri sürerek, askerlik dışında işlerle uğraşmaya başlamışlardı. Yeniçeriler taht kavgasındaki hanedan mensuplarının yanlarında saf tutmaya başladılar, hatta isyanlar çıkardılar; padişahları tahttan indirdiler, yeine yenilerini çıkardılar. Bu dönemde batıda Avusturya, doğuda İran ile yapılan art arda ve uzun süreli savaşlar, kötüye giden ekonomiyi daha da kötüleştirdi. Savaşları desteklemek ve ekonominin işlemesi için yeni ve yüksek vergiler çıkartıldı. Başarısız savaşlarda zaten canını veren halk bir de yükselen vergilerle daha da ezildi. Anadolu’da halk isyanları, diğer bölgelerde merkezi otoriteden memnunniyetsizlik ve bağımsızlık amaçlı ayaklanmalar ortaya çıkmaya başladı. 19. yüzyıldan itibaren Avrupa devletleri bir yandan güçlü orduları ve donanmalarıyla Osmanlı ile topyekün savaşırlarken, diğer yandan da iç ayaklanmaları kışkırttılar ve desteklediler. Osmanlı İmparatorluğu artık başlangıç dönemlerindeki ulusal kimliğinden uzaklaşmış, tebaa sistemiyle iç etnik farklılıkları ulusal kimlik bilinci içinde bütünleştirememiş topluluklardan oluşan bir devlet olmuştu. Devletin güçlü olduğu yüzyıllarda değişik ahaliler refah içinde yaşamışlarken, işler kötüye gitmeye başlayınca İmparatorluk içinde kendi devletlerini kurmak istediler. 1912 yılındaki Balkan Savaşları öncesi ve sırasında yaşanan durum, Osmanlının bu 15 binin üstünde eserle donattığı 550 yıllık anayurdunu sadece altı haftada yitirmesine neden oldu. Ulusların kendi gelişimlerini kesintisiz devam ettirmeleri elzemdir. Ulusal kimlik de öyle... Ortak şuur birliği demek olan ulusal kimlik yoksa veya çürütülmesine izin verilirse, uluslar kökünden koparılmış ağaçlar gibi olurlar