26 Kasım 2024 Salı
İstanbul 11°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Kamu sözleşmesinde çarpıtmalar ve gerçekler

Tarık Tekgözli

Tarık Tekgözli

Eski Yazar

A+ A-

Türk-İş Konfederasyonu ile hükümet arasında imzalanan kamu toplu iş sözleşmeleri çerçeve anlaşma protokolü tartışmalara neden oldu. İmza atılan protokole dair sosyal medya platformlarında çeşitli çarpıtmalar yapılırken Türk-İş ve Türk-İş Genel Başkanı Ergün Atalay hedef tahtasına oturtuldu. Özelikle Türk-İş Genel Başkanı Atalay’ın, Çalışma Bakanı Zehra Zümrüt Selçuk’a doğru eğilerek “Uzasa işi karıştıracağız. En azından kapattım böyle” konuşması üzerinden bir algı operasyonu yürütülmesi dikkat çekti. Yazıda, söz konusu çarpıtmalara ve işçi tarafının elini zayıflatan mevzuata değinmekle kalmayıp pusuya yatmışcasına bir anda ortaya çıkıp Türk-İş’i topa tutan sendikalara ve üzerine düşeni yapmayan emekçilere dair de söyleyeceklerim olacak.

Tabii en sonda söyleyeceğimi en başta ifade etmiş olayım. İmzalanan protokolün iyi olduğunu iddia etmediğim gibi kötü olduğunu da söylemiyorum. “Hem iyi değil hem kötü değil diyorsun böyle şey olur mu?” diyorsanız, lütfen okuyun. Hadi başlayalım...

ZAM ORANLARI

BİRİNCİ ÇARPITMA: Sosyal medyada, bazı internet sitelerinde tüm işçiler için birinci yılın ilk altı ayı için alınan zam oranı yüzde 8 olarak ifade edildi. Ancak iki farklı durum söz konusu. Evet, çalışanların bir kesimi için bu doğru. Ancak ücretleri brüt 3500 TL’nin altında olanlara ayrıca 150 TL iyileştirme yapıldı. Artı bunun üzerine yüzde 8 oranında artış sağlandı. Peki bu ne anlama geliyor? İyileştirme artı zam, 2.500 TL ücret alan bir işçinin ücretinin 2.862 TL’ye çıkması demek oluyor. Zam oranı yüzde 14-15’e denk geliyor. Ki işyerlerine göre değişmekle birlikte kamuda bu zam oranından yararlanacak çalışan sayısı hiç de az değil.

İKİNCİ ÇARPITMA: Birinci yılın ikinci altı ayı için yapılan zam oranı da sadece yüzde 4 değil. Enflasyon oranının yüzde 4’ün üzerine çıkması durumunda aradaki fark da ücretlere yansıtılacak. Yani işçi enflasyona ezdirilmeyecek. Krizin derinleşeceği bir süreçte bunu gözardı etmek mümkün değil.

845 TL DENGE ÖDENEĞİ VERİLECEK

ÜÇÜNCÜ ÇARPITMA: “Denge ödeneği”nin kaldırıldığı iddia edildi. Bu da doğru değil. Bir önceki sözleşmede bu ödenek 750 TL’ye çıkarılmıştı. Ödenekte de ücretlere alınan zam oranında artış sağlandı, işçilere bunun için bu yıl ayrıca 845 TL civarında bir ödeme yapılacak.

DÖRDÜNCÜ ÇARPITMA: Çalışma Bakanı Zehra Selçuk, protokolün detaylarını açıkladıktan sonra “Sözü Türk-İş başkanına veriyorum” diyor ve sayın Ergün Atalay, “Siz söyleyeceklerinizi söylediniz. Benim söyleyeceğim bir şey yok. Hayırlı olsun” diyerek konuyu kapatıyor. Sonrasında sayın Ergün Atalay, Bakan Selçuk’a doğru eğilerek “Uzasa işi karıştıracağız. En azından kapattım böyle” diyor. Gel gelelim bu sözler, “Türk-İş işçiyi sattı” diye kimi çevrelerce piyasaya sürüldü. Peki bir önceki diyalogun neden gözardı edildiğinin takdirini siz okurlara bırakıyorum.

Sayın Atalay da çarşamba günü katıldığı bir televizyon programında konuya daha da açıklık getirdi, gündemin kamu sözleşmesi olduğunu, konuşsaydı taşeron meselesine gireceğini ve işi sulandıracağını, bu nedenle kısa konuşmasının nedenini Çalışma Bakanına bu sözlerle ifade ettiğini açıkladı.

BAŞKANLAR ONAY VERDİ, ATALAY İMZALADI

BEŞİNCİ ÇARPITMA: Protokolün imzalanmasında irade sayın Ergün Atalay’daymış gibi bir algı yaratıldı, hedefe kondu. Ancak kazın ayağı hiç de öyle değil. 16 sendika genel başkanının içinde yer aldığı “Kamu Koordinasyon Kurulu” hükümetin teklifini değerlendirip onay verdi, sayın Atalay da imzayı attı. Atalay’ın örgütlü olmadığı, işçi ücret düzeylerini bilmediği işyerleri için kalkıp ilgili sendika başkanlarını dikkate almayarak bir karar vermesi söz konusu olamazdı, olmadı da. Bu noktada sözleşmeden memnun olmayanların, üyesi oldukları sendika başkanlarıyla muhatap olmasının en doğru yaklaşım olacağı ortadadır.

TARTIŞILMASI GEREKEN ÇALIŞMA MEVZUATI

Söz konusu çarpıtmaları düzelttikten sonra toplusözleşme sürecinin işleyişine de değinmekte yarar var. Ki bu husus sendikaların elini zayıflatan en önemli noktalardan biri. Siz bakmayın çalışma mevzuatını bilmeyenlerin, oturduğu yerden ahkam kesenlerin sözde eleştirilerine... İşin aslına gelirsek toplusözleşme görüşmelerinde anlaşma sağlanamadığı takdirde bazı işyerlerinde çalışanlar greve çıkacaktı. Türkiye Petrolleri, BOTAŞ, Eti Bor gibi bazı işyerlerindeyse grev yasağı nedeniyle sözleşmeler Yüksek Hakem Kurulu’nca (YHK) bağıtlanacaktı. Bu nokta çok önemli. 12 Eylül darbesinin ürünü olan YHK bugün maalesef işverenleri memnun etme kurumuna dönüşmüş durumda. YHK’nın bugüne kadar bağıtladığı sözleşmelerde kazanılmış hakları bile tırpanladığı oldu. Dolayısıyla bazı işyerlerinde sözleşmenin YHK’da bağıtlanmasını göze alabilmenin büyük riskler içerdiğini, mevzuata hakim olanlar çok iyi bilir. Örneğin yakın zamanda Tüpraş’ta sözleşme YHK’da bağıtlandı ve işçilerin yüzde 30’ları aşan ücret artışları talebine karşılık çalışanlara yüzde 6 oranında zam verildi. Tüpraş’ta şu an huzursuzluk had safhada.

Diğer taraftan grev yasağı olmayan işyerleri için hükümetin grevi erteleme hakkı da var. Dolayısıyla masada sendikal hareketin elinin zayıflatan birçok unsurun olduğunu gözardı etmek mümkün değil. Mevcut sistemin çizdiği sınırlar içinde yapılacak sendikacılığın ne kadar olabileceğinin takdirini yine siz okurlara bırakıyorum. Bana göre esas tartışılması gerekilen şey Türk-İş Konfederasyonu değil çalışma mevzuatı ve bu mevzuatı demokratikleştirmeyen hükümetin tutumu olmalı.

SORUMLULUK İŞÇİNİN KENDİSİNDE

Şimdi gelelim biz emekçilere... Sendikalar çalışanların çıkarlarını korumak ve geliştirmekle sorumlu yapılardır. Ancak bu yapılar, sadece sendikacılara bırakılmayacak kadar da değerli olmakla birlikte ancak üyeleriyle varlığını sürdürebilen ve hissettirebilen örgütlerdir. Sendikaların eksikliklerden ve hatalardan, üye olup da taşın altına eline sokmayan ve sadece sendika yönetimlerinden maddi beklenti içinde olanların da payı var. Yöneticiler işin gereğini yerine getirmiyorsa ya da getiremiyorsa getirebileceklerin yönetimlere taşınmasında sorumluluk bizzat üye işçilerin kendisindedir. Dolayısıyla bugün işçiler nasılsa sendikalar da onun yansıması gibidir. Önce iğneyi kendimize batıralım sonra çuvaldızı sendikacılara...

DİSK YÖNETİCİLERİNİN KARA YÜZÜ

Sosyal medya platformlarında profil incelemesi yaptığınızda Türk-İş’in hedef tahtasına oturtulmasının öncülüğünü DİSK ve konfederasyona bağlı bazı sendikaların yapması dikkat çekici. Türk-İş’in yüzü kara, DİSK’in yüzü ondan da kara. Yazılanları okuyunca bu ne perhiz bu ne lahana turşusu diyorsunuz. Birkaç sendikayı hariç tutarak ifade ediyorum, terör örgütü PKK’nın siyasi partisi HDP’nin şemsiyesi altında sözde sendikacılık yapanların Türk-İş’e sendikacılık dersi vermeye kalkması açıkçası bana komik geldi. Öyle ki bu sendikaların yöneticilerinin, kendilerine muhalefet edenleri tasfiye etmekten geri durmadığının sayısız örnekleri mevcut. DİSK Yöneticileri, bağlı sendikalardaki muhaliflerin çeşitli entrikalarla tasfiye edilmesini sendikaların demokratik yapı ve işleyişinin neresine koyuyor acaba? Peki DİSK Yöneticilerinin terör örgütü PKK konusundaki tutumuna ne demeli? Örneğin DİSK Yöneticileri, zamanında Güneydoğu’da şehirlerde hendekler kazan, barikatlar kuran, silahlı nöbetler tutan, bombalar tuzaklayan PKK’ya neden tek ses çıkarmadı? Ama söz konusu terör örgütüne karşı yürütülen mücadele olunca HDP gibi “barış” söylemine sarılmaktan geri durmadı. İsterseniz 1 Mayıslara da bir göz atalım. Örneğin 2016 1 Mayıs’ında İstanbul Bakırköy’deki mitingde Abdullah Öcalanlı bayraklar ve PKK flamaları sallanırken, kürsüden “gerillaya selam” gönderen şarkılar seslendirilirken DİSK Yöneticilerinden müdahale eden olmadı. Neden? Bu noktada şunu sormadan geçmeyelim. DİSK Yöneticileri, bağımsızlık bayrağımız olan “Türk bayrağı”nı neden mitinglerinde ve basın açıklamalarında kullanmaz, neden alerji duyar?

EMPERYALİSTLERDEN HİBE ALAN ‘DEVRİMCİ SENDİKACILAR’

“Devrimci” kelimesini konfederasyon başından eksik etmeyen DİSK ve bağlı sendikalar neden emperyalist AB’den, finansmanını AB’nin sağladığı kuruluşlardan hibe alır? DİSK’in anti emperyalist geleneğine ters olan bu duruma son vermeyi ne zaman düşünecekler merak ediyorum doğrusu... Tüm bunlar dikkate alındığında DİSK Yöneticilerinin ne kadar yerli ne kadar milli olduğu tartışmalıdır. Takdir okurun...

Ayrıca “işçi sınıfı sendikacılığı”nı başkasına bırakmayan DİSK Yöneticileri, geçenlerde Genel-İş Genel Başkanı Remzi Çalışkan’ın Çankaya Belediyesi ÇANPAŞ AŞ çalışanları tarafında protesto edilmesini işçi sınıfı sendikacılığının neresine koyuyor? Ya da Genel-İş Sendikası’nın Kadıköy Belediyesi’nde imzaladığı toplusözleşmede yapılan değişikliğe ne demeli? Disiplin kurulunda oybirliği oluşmadığı takdirde işçi çıkarmada karar yetkisi, şirketin yönetim kuruluna verildi. Bu madde sınıf sendikacılığının neresine sıkıştırılacak?