Kaplanoğlu’nun Buğday’ı
Belki de yılın üzerinde en çok sözü edilip tartışılacak filmi olan Semih Kaplanoğlu’nun Buğday’ının, önce Adana, sonrasında ise Malatya film festivallerinden hatrı sayılır bir ödül almadan gözden kaçması (ya da kaçırılması) bu filmin değerini etkilemeyeceği gibi, bundan böyle üzerine tartışma yapılmayacağı anlamına da gelmemelidir.
Kimi filmlerin nesnel değerlendirilmesindeki bilinen ölçütlerin bir çeşit ölçüsüzlüğü dönüşmesinde; o filmleri oluşturan yönetmenlerin ideolojik yapılarıyla, gündelik yaşamın kimi olayları/olguları karşısında sanatsal duruşlarındaki yanlılık ve de ilkesizlikleri her zaman değilse de çoğunlukla önemli bir etken olur. Bunun bedelini ise, ne yazık ki nesnel bir değerlendirme ölçütüne gereksinim duyulmadan ele alınıp bir çırpıda yok edilmek istenen yapıtları öder...
GÖRÜŞLER VE KISTASLAR
İdeolojik yanı ve yaşam biçimindeki olay ve olgularla yapıtlarına bedel ödetilmiş sanatçıların başında ise Yılmaz Güney gelir. Büyük kitlelerin kucak açtığı bu sanatçıya aydın takımından kimilerinin küçümseyici bir eda ile “proleter” yakıştırması yapmaya kalkışırken filmlerinde ortaya koyduklarını görmezden gelmeleri hep bu yüzdendir.
Kimilerine biraz garip gelecek ama Sinan Çetin de bu değerlendirmeler içinde sözü edilecek sanatçılardan biridir. Ama Çetin’in kişiliğinden ötürü yapıtlarının nesnel ölçütler dışında değerlendirilmesinde, onun ne dünya görüşü ne de yapıtlarında hiçbir zaman bulunmayan “özgünlük” rol oynar. Tek neden: onun gereksiz ve de sevimsiz konuşkanlığında yatar. Durup dururken sinema yazarlarına laf sokuşturup ekonomik durumları pek parlak olmayan yönetmenleri birtakım hayvanlarla eşlemesi, ister istemez onun yapıtlarından bazılarının bedel ödemesini kaçınılmaz kılmıştır.
Semih Kaplanoğlu’nun Buğday’ı da ne yazık ki bu bedeli ödüyor. Oysa Buğday, içeriği her ne kadar tartışmaya açık kapı bıraksa da, sinemamızın ölçütlerini aşan dili ve de biçimiyle ayrıksı bir yapıt olarak gözden kaçırılmayı hiç ama hiç hak etmeyen mükemmelliğiyle, olgun ve de kusursuz görselliğe sahip bir film...
Kimi filmler, kimi dönemlerde, ne anlattığından çok, nasıl anlattığıyla ele alınıp değerlendirilmelidir. Üstelik Buğday’ın ne anlattığı da -bizim dünya görüşümüze ters gelse de- bir çırpıda yadsınacak bir şey değil.
EVRENSEL ÖLÇÜLER
Bir zamanlar Stanley Kubrick’in 2001: A Space Odyssey (1968) ile Tarkovski’nin Solaris (1972) filmleri de, Buğday filminin içeriğine benzer bir düşüncenin tartışmasını ateşlemiş, her iki görüşü savunanların tartışmaları sinema ortamında bir beyin fırtınasına zemin hazırlamış, yadsınamayacak bir zenginlik kazandırmıştı.
Sinemamızın belki de ilk fütüristik distopyası olarak tanımlanacak Buğday filmi, her ne kadar Kur’an-ı Kerim’deki Kehf Suresi’nde geçen Hızır ile Hz. Mussa Kıssası’na göndermeler yapsa da, günümüzün modern dünyasının bugünüyle geleceğine ilişkin bir iç yolculuk eşliğinde birtakım sorular yöneltip yanıtlarını kendince aramasıyla önem kazanıyor. Önemli olan sorular sorup yanıtlarını aramak değil mi? Bir iç yolculuk arayışında soruların yanıtlarını dileyen inançta, dileyense bilimde bulsun, ne fark eder? Film, bulduğu yanıtlarda diretmiyor, yalnız kendince bir seçenek sunuyor.
Buğday; ıskalanmayı hak etmeyen, yalnızca Semih Kaplanoğlu’nun filmografisinde değil, son on beş yılda öne çıkan, başyapıt düzeyinde, ayrıksı bir film...
NOT: Emir Kusturica ve de Antalya Festivalinin jüri başkanlığındaki tutumuyla eleştirdiğim ve bu tür tavırlarını eleştirmeyi sürdüreceğim bir yönetmenin bir filmi üzerine böyle bir yazı yazacağım hiç aklımdan geçmezdi. Keşke yönetmenler, yalnızca filmleriyle konuşmayı becerebilseler... O zaman kazanan yalnızca sinemamız olmaz mı?