‘Kapuyu çalan kimdir?’
Bir önceki yazımda da ilan etmiş olduğum gibi başlık, Mukim Tahir’in (Tahir Oturan) ünlü türküsünün adından ve kendisinin alabildiğine trajik kişisel hayat hikayesinden geliyor. O yüzden de benzer bir çok hikaye ve mesele gibi bildik siyasal toplumsal kültürel kodlarla yüklü.
20. yüz yılın başında, varlıklı bir ailenin çocuğu olarak Urfa’da doğan Mukim Tahir’in ailesi, bazıları Suriye topraklarında olmak üzere çok geniş ve verimli arazilere sahiptir. Fakat ne var ki, Tahir’in çocukluk ve gençlik yılları bolluk ve zenginlik içinde geçse de sonu öyle gelmeyecektir.
Mukim, ailesinin de yönlendirmesiyle müziğe küçük yaşlarda merak sardı. Önemli ustalardan dersler alarak sıra gecelerinde usta - çırak geleneği içinde Urfa makam geleneğinin önemli bir ustası haline geldi.
Fakat bir arazi anlaşmazlığı yüzünden bir arkadaşı ile birlikte amcasını öldürünce 101 yıl hüküm giyip hapse girdi. Yazılanlara göre bunun üzerine ilk eşi hastalanıp verem oldu ve fazla yaşamadı. Cumhuriyetin 10. yıl affından yararlanarak hapisten çıksa da hayatını bir türlü düzene sokamadı. Artık düzenli bir hayatı kalmadığı gibi giderek her anlamda bir altüst oluşa girdi. Kendini içkiye ve gece hayatına verdi. Her ne kadar ismi Mukim (bir yerde ikamet eden kimse) olsa da kendisi nerde akşam orda sabah günlerce evine uğramadı. Babadan kalan arazileri ve mülkleri peyderpey satarak çok geçmeden bütün mal varlığını kaybetti. Yeniden evlenerek bir düzen kurmaya çalışsa da o artık yalnız ve yoksul bir adam olarak yaşamaya çalışacaktır.
Adını başlığımıza da aktardığım türkü -ilk eşinde olduğu gibi- ikinci eşini de bulan “ince hastalık” da denilen vereme yakalanarak ölmesi üzerine acıyla söylenecektir:
Bir gün yakınlarının ısrarlı uyarısıyla endişeyle evine gelir ve birkaç defa sertçe vurarak kendi kapısını çalar. İçeriden kendisini beklemeyen eşinin, bakıcısına “Kapuyu çalan kimdir? Aç bakim gelen kimdir? Yaram derine düştü, belki gelen hekimdir!” diye iniltiyle seslenişini duyduğunda derin bir üzüntüyü kapılır. Eşi son nefesini vermek üzeredir. Çok geçmeden de ölür. Eşinin cenazesini elleriyle yıkar ve mezara koyar. Kahrolmuştur. Fakat iş işten geçmiştir. Eşinin ölmek üzereyken evinin kapısını çalması üzerine içeriden çaresizce seslendiği o sözler sonradan Tahir’in bu ünlü türküsünün sözleri olacaktır.
Hem eşinin acı ölümü hem varlıklı biriyken kendi eliyle yoksulluğa düşmüş olmasını bir türlü içine sindiremez ve kendini affetmez. 1945 yılında, hem Urfa’ya hem kaderine küserek Zonguldak’a bağlı Yenice Kazası’nda müteahhitlik yapan bir askerlik arkadaşının çağrısı üzerine oraya gider fakat orada da bir düzen kurup huzur bulamaz. Zaten çok geçmeden de 1946 yılında orada hayata gözlerini yumar. Günümüzde, mezarının yeri bile hâlâ bilinmemektedir.
BELKİ GELEN HEKİMDİR!
Bazı dönemler, insanların kaderleriyle ülkelerin kaderleri üst üste çakışır. Bazen insanlar kaderlerini ülkeye, bazen de ülkeler kaderlerini vatandaşlarına yüklerler. Mukim’inki de öyle olmuştur.
Onun çok bilinen türkülerinden birisinin sözleri şöyle: “Gele gele geldik bir kara taşa! / Yazılanlar gelir sağ olan başa! / Bizi hasret koyar kavim gardaşa! / Bir ayrılık bir yoksulluk bir ölüm! / Nice sultanları tahttan indirir! / Nicesinin gül benzini soldurur! / Niceleri dönmez yola gönderir! / Bir ayrılık bir yoksulluk bir ölüm!”
Buradaki alıntılarda yer alan her sözcük, her imge sadece Mukim Tahir’in değil aslında birçok toplumsal bireysel çağrışımları barındırır ki bu giderek ülkelerin de kaderi olup çıkar. Muhkim Tahir’in hikayesi bana bir çok bakımdan sanki resmimizdeki İbrahim Balaban’ın müziğimizeki kader kardeşi / karşılığı gibi görünür. Çünkü birçok bakımdan ikisinin de kişisel hikayeleri şaşırtıcı bir biçimde birbirine benzer. Sadece Mukim, Türkiye’nin Güneydoğu’sunda Urfa’dan, Balaban ise Batı’da Bursa’dan çıkmıştır. Her şeyden önce ikisi de yaşadıkları her şeyi yaklaşık aynı süreçlerde Cumhuriyet’in en çok tartışılan döneminde yaşamışlardır. Mukim 1900’de Balaban ise 1921’de doğmuştur. İkisinin de evlendikleri ilk eşleri yaşayamadıkları yüzünden çok geçmeden ölmüşler ve ikinci evliliklerini yapmışlardır. İkisi de ailevi nedenlerle adam öldürüp hapse düşmüşler. Mukim, 10. yıl affıyla, Balaban ise Demokrat partinin 1950 yılında çıkardığı genel af ile hapisten çıkmışlardır. Bu benzerlik durumu, bir bakıma “kader” olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin de siyasi, ideolojik, kültürel, toplumsa vb. karakteri gibidir. Cumhuriyet kanla kurulmuştur fakat kıymeti yeterince bilinmemiştir ne yazık ki? Mukim’in de Balaban’ın da bilinmemiştir.
Fakat yine de, ikisi de Türkiye’de Cumhuriyetin Anadolu bozkırlarında yeşerttiği iki ayrı ölümsüz kültür fidanıdır ve Türkiye’ye Cumhuriyetin emanetidirler ve onun temelindedirler.
Mukim’in türküsünde olduğu gibi “Gele gele geldik bir kara taşa!”. Peki şimdi “yazılanlar” gerçekten de gelecek midir “sağ olan başa”? Peki, o zaman Türk - Kürt, Alevi - Sünni ya da çağdaş bir Cumhuriyet olarak hasret mi kalacağız “kavim gardaşa” dersiniz? Dik durun, kalmayız, öğrendik ve öğreneceğiz daha çünkü. Başka yolu yok! Peki o zaman “Kapuyu çalan kimdir?”
Bana kalırsa kapıyı çalan yeni bir gelecektir? Her ne kadar, Mukim ya da bazılarımız gibi geç akıllansak da o mutlaka gelecektir!