23 Kasım 2024 Cumartesi
İstanbul
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Kara Defterden

Onur Caymaz

Onur Caymaz

Eski Yazar

A+ A-
  • Kâğıda yazılan sözcüklerden yaratılmıştır dünya. Düşün, her şey kelimelerin ışıklara boğduğu kâğıtlarda. Düşün, bir makinede çoğaltılıyor kelimelerle dolu bu kâğıtlar, kelimeler her yanına dağılıyor dünyanın, bu kargaşanın güzelliğini düşün. On beşinci yüzyılda Gutenberg matbaa makinesini geliştirince toza dumana boğulmuştu ortalık. İtalyan hümanist Hieronimo Squarciafico, kitapların eskisi gibi bin türlü zorlukla, zahmetle değil, kolayca bulunmasının, entelektüel anlamda tembelliğe yol açacağını düşünüyordu. Bu makine, insanları “daha az çalışkan” yapacak, zihinlerini zayıflatacaktı; endişeliydi adam, endişelendiği şey bugünün insanına tuhaf gelmekte değil mi? Adı çok zor olduğundan tekrar yazmayı göze alamadığım bu bey değil sadece rahatsızlık duyan; büyülü makineden çok kimseler işkillenmişti. Bu makine yüzünden ucuza çoğalıp dağıtılacak kitapların dini ya da resmi kurumlarda otoriteyi sarsacağı düşünülüyordu, bilgi güçtü çünkü. Bu lanetli makine yüzünden alimlerin, hattatların, katiplerin işleri, el emekleri değersizleşecek, isyankârlık ve sefahat artacaktı. Tüm bu görüşlerin sahibi felaket tellalları, çoğaltılmış büyülü sözcüklerin insanlığa sunacağı sayısız güzelliği, devrimi, altüst oluşu, batışı, icadı, aşkı, heyecanı, hayatı hayal bile edemiyordu. Bu gibi kimselerin bizde de çok örneği var. Fakir, böylesi altüst oluşlarda doğru tavır koyamayan aydın kişileri, “ilerici görünen çok fazla gerici var” diye özetler hep. İnsanlığı çok zaman, sürüsüne bereket bunlar gibi olanların yanında, tam ters yönde duran üç beş kişinin sürüklediği açıktır. Onlar zamanlar, hayatlar ve siyasetler üstüdür. İyi ki öyledir.
  • Tüketilen sanat, hele çabucak tüketilen bir sanat aynı zamanda tükenmiş sanat demektir. Eldeki roman, kendini ikinci kez okutamıyorsa; bir şiirin üzerinden hemen, çarçabuk, hiç gereği yokken atlanıp geçiliyorsa; bir filmi izledikten sonra yatıp ertesi gün o filmin dünyasıyla yataktan kalkılamıyorsa üzgünüm; orada da bu çabuk tüketilme - tükenme durumu mevcut. Bir roman, daima su gibi akıyorsa biraz sorunlu olması mümkün. Hız ile sanat ters orantılı sanki biraz. Sanatın zamanı, kendisine ait bir büyük zaman, mekânı mekânsız... Karacaoğlan’ın bir zamanı var mı mesela ya da Shakespeare’in... Bizim büyük sandığımız sınırlı zamanı ve mekânı bağlamaz sanat. Sanat, birileri bir yerde, bir bağlama ilişkin olarak bir şeyle çok fazla uğraşıp emek harcadığı için çıkar ortaya, çarçabuk değil. Çabuk da olsa bizim zamanımıza göre çabuk değildir. Tükenmişlik, tüketmek demiştim yukarıda; sanat eseri tüketilemez çünkü. Tüketilmediği gibi her izleyici tarafında her defasında tekrar üretilir. Buna fakir, Sıfır romanında “tekrarın büyüsü” demişti. Usta Tarkovski, “tüketilemeyecek” sanat eseri yaratmanın yolunu şöyle saptar: “Ne olursa olsun, yalnızca bir mal gibi tüketilmek istenmeyen her türlü sanatın amacı, hiç şüphesiz, kendine ve çevresine, hayatın ve insan varlığının anlamım açıklamak yani insanoğluna gezegenimizdeki varoluş nedenini ve amacını göstermek olmalıdır.” Bu amacı gösteremeyen güçsüzleşip sönen bir kandilin ışığında kaybolan yüzler gibi aramızdan çekilip gidiyor. Ne oluyor? O yılın en iyi kitapları arasında seçiliyor, gazetelerin kitap eklerinde bir iki eş dostun alkışına boyun eğiyor. Partili, örgütlü birkaç yandaşının övgüsüne mazhar oluyor. Sonra? Sonra tarihin karanlık suları!
  • Murat Belge’nin “Genesis - Büyük Ulusal Anlatı ve Türklerin Kökeni” adlı “anti-milliyetçi” bir kitabı var. Konu Belge olunca kesin anti-milliyetçi olunur zaten. Kitabın bir kısmı Kemal Tahir’i ve başyapıtı Devlet Ana’yı yanlışlamak için yazılmıştır. Tahir’in, romanın baş kötü kişilerinden şövalye Notüs Gladyus’un adını, neden Notus Gladyus yazmadığına takılarak başlar beyefendi yazıya; neden ü değil de u? Kemal Tahir’in hatasıdır belki, belki de bilinçli seçimi. Kim bilir? Beyaz Kale’de Orhan Pamuk’un “evi tıkırdatarak gezinen ayak sesi” ifadesine takılmadı demek Belge ya da Kafamda Bir Tuhaflık adlı Pamuk romanının kahramanın adının neden Mevlut olduğuna da takılmadı? Ya da takıldı fakat yazmak istemedi. Yetmezdi ama evetti... Zira dilimizde mevlut diye bir kelime yok, doğrusu mevlüt. Gerçi bu İngilizler böyle oluyor galiba. Malum, bunların alfabelerinde ü harfi olmadığından, Batılı okurları anlasın diye onlara göre yazabiliyorlar. Kemal Tahir de hayatta değil nasıl olsa, ardından konuşmak kolay!
  • Tanpınar için sanat, maziyi açacak bir anahtardı. Hasankeyf’in bugünkü halini görse ne yapardı acaba? Bugün orada kullanılan, sanatla ilgisi olmayan berbat görünümle nasıl açacağız mazinin kapısını? Hangi mazi bu halde bize kapı aralar ki? Tanpınar, Osmanlı mimarisini duygusuz maddeyi konuşturduğu, susan taşa ruh kattığı, taşa taş olduğunu unutturduğu için sevmişti; kim bilir bugünün İstanbul’una şöyle uzaktan baksa ne derdi? Güzelin ölümünü yaşıyoruz, demişti Tanpınar. Güzel, ölür çünkü; bu yüzden acımasızlıktır güzellik. Bugünün anlayışı, güzelle birlikte bir devrin insanının da ölümüne yol açtı kanımca. İnsan ve değer yokluğu... Gelgelelim yokluktan zengin bir dille söz etmek, yoksunluğu güzel anlatmak da sanatın kurtarıcı tarafı olsa gerek. Şairlerin, yazarların sunduğu teselli de budur belki. “Sapır sapır dökülen bir dünyanın” romanını Aydaki Kadın’da yine Tanpınar yazmıştı. Yüzünü geçmişe dönmüş ve bölünmüş olduğumuzu söylemişti bize üstat. Şöyle sormuştu: “Neden geçmiş bizi bir kuyu gibi çekiyor?” O zaman çok gerilerden Nietzsche de cevap veriyordu: “İnsan bir kuyuya bakarsa, kuyu da ona bakıyordu.”
Yazarın Önceki Yazıları Tüm Yazıları