Karamıklı Çeşmesi
Beyşehir Gölü ve Akdeniz’e dökülen Manavgat Çayı arasındaki Gembos, Sobuca ve Eynif Ovalarıyla, Altın Beşik Milli Parkı ve Manavgat Çayı doğal bir su ağıdır. Kireçtaşından oluşmuş havzada, doğal bir emme basma tulumba gibi Beyşehir Gölünden süzülen sular, yukardan aşağı dizilmiş ovaların obruklarından taşıp, batarak çevresi Milli Park olan Altın Beşik Mağarasına, oradan Akdenize ulaşır. İbradı ilçesi ve Alanya’daki otellerin içme suyu kaynağı Karamıklı Çeşmesidir. Adını Karamuk’tan alan bu pınarın suyu şifalıdır.Bütün iltihaplara, kalp, şeker, mide, bağırsak, karaciğer, sinirlere, sara hastalığına iyi gelir ve bağışıklığı güçlendirir. Toprağı, suyu ve doğasıyla korunması gereken bir vatan parçası olan İbradı, Osmanlı Devletine hukukçular yetiştirmiştir. Gembos’un bakir doğasında yetişen koyun ve keçiler, üretilen tahıl, sebze ve meyvelerle yapılan yemeklere doyum olmaz. Köylerde çoban kebabı, eşkili tarhana, gelincik gözlemesi, soğan öldürmesi, filistik salatası, kabak silkmesi, holuşka, keşkek, kökarası, un kömbesi ve pelize tatlısı yapan elleri sımsıkı tutun ve Karamıklı için Mermer Ocaklarına karşı change.org’a bir imza da siz verin.
SÜMBÜL ÇAPASI - GÜLAY DİRİ
Antalya Valiliği İl Özel İdaresi, İbradı Belediyesi, Ürünlü Kültür Köyü Derneği ve Muhtarlığının yanı sıra ODTÜ’yü temsilen katıldığım Altın Beşik Mağarasının güneş gücüyle aydınlatılmasının açılışında “Torosların Yanık Sesi” İbradılı ozan Gülay Diri ile tanıştım (2012-13). Mermer Ocaklarının yer isimlerine değinen “Sümbül Çapası” öyküsünü kısaca aktarıyorum: Bir yandan “yas kurup ağlayan Hapa kadın, bir yandan da elinde kazma ile kayaların arasından kardelen soğanlarını eşeleyip irilerini çuvalına koyuyor ufaklarını çıkarttığı toprağa geri gömüyordu. Yanında getirdiği çuvallardan birini doldurmuştu. Soğanlar güneşten etkilenmesin diye dolu çuvalı bir taş gölgesine yerleştirdi. Sırtındaki bebeği kucağına aldı, sırtını çuvala dayayıp bebeğini emzirmeye başladı. Lök kırının eteklerinden kar uçtuğu belmesinin üst kısmından sesler, ıslıklar duyar gibi oldu. Obadan yalnız ayrılmamıştı sabah, onunla birlikte başka kadınlar, çoluk çocukta dağılmıştı dağların koyaklarına sümbül kazmak için. Gruplar kovanlık üstüne, ambarın göğsüne, karamıklı oluk belmelerine, dalkatrana bakan kızıl düneğe doğru kendi kısmetlerinin peşine düşmüşlerdi. Çok fazla para vermiyorlardı kazdıkları soğanları almaya gelen sümbül toplayıcıları, belki bir kibrit kutusu belki bir kalıp sabun alacak kadar para geçerdi ellerine. Hapa kadının gözü daldı uzaklara. O yükseklikten dalkatran, sülek, kocaoluk, karamıklı, zeyveye kadar her noktayı görüyordu. Sülek obruğuyla kocaoluk hanının arasında bir karaltı gördü: “Hay Allah! Gollukcular pikabıla gelmiş. Galabalıklardırda şindi her daşın deliğine girer bu insafsızlar.” Beklediği yerden hemen aşağıda bir alay keklik uçtu. “Bu arsız adamlar ta bu dağın başına gelir mi? diye söylendi.” “Olduğun yerde kal! Elindeki çükürü (çapa) yere at” dedi bir ses. Başta aldırmadı duyduğu sese. “Sana söylüyorum! Sağır mısın kadın!” dedi yirmili yaşlarda sarı benizli, topak boylu genç jandarma eri. Ne çapasını ne de çuvalını vermek niyetinde değildi Hapa. “A guzum, biliyon sizde emir kulusunuz; gel ne sen beni gör ne de ben seni gördüm” diye sıyrılmaya çalıştı ama nafile. “Olmaz ana, ben işimi yaparım. Hem böyle kazmaya bu soğanlar dayanır mı? Yarın hepsi bitecek de bizden sonraki nesil tanımayacak bu çiçekleri. Ben devletin adamıyım, bu dağların çiçeğini, böceğini, ağacını, taşını korumak devletin görevi. Ben görevime ihanet edip de birkaç yüzyıllık tabiatın intizarını alamam ana. Esas senin bu sözlerini ben duymamış olayım.” Yokuş aşağı, taşları yuvarlaya yuvarlaya sülek suyunun üstündeki sarp kayaya doğru iniyorlardı. Kadının eteğinden düşürdüğü çapayı ne jandarma almıştı ne de kadın. Genç, o kadar meşakkatle saklanmış çapanın kadın için ne denli kıymetli olduğunu anlamış olmalıydı. Adaçaylarının toplama mevsimiydi, pembe çiçekleri nasılda gülümsüyordu insana. Sülek suyu gürül gürül akıyordu, jandarmalar pikabı suyun gözünden aşağıda yola parketmişti. Topladıkları çuvalları yüklemiş bekliyorlardı. Hapa bebeği sıkıca tutup omuzundan indirdi, böğründe sıkıştırdığı ipleri çözmesiyle çuval yere düştü. Sicim Hapa kadının boynunda asılı kaldı, tıpkı küçük bir kız çocuğunun akıtamadığı gözyaşları gibi.” (https://yesildenoykuler.blogspot.com.tr/) Öyküsünü Gülay Diri şöyle bitirir: “Doğa, sadece arkanıza alıp fotoğraf çekileceğiniz bir tablo değildir; korunup saklanmak ister!” Öyküde kullanılan yer isimleri insan-doğa-Türkçe ilişkisiyle meydana gelmiştir. Maden ocakları bu kelimeleri, 500 milyon yıllık Gembos Ovasını ve sürelerin su kaynağı balıklı obrukları mermerlerle yok etmemelidir.
ÖZÜR: 28.04.2018 tarih ve “Türküler ve Köy Enstitüleri” başlıklı yazıda adı geçen koronun ismi Ankara Barolar Birliği Halk Türküleri Korosu olmayıp Türkiye Barolar Birliği Türk Halk Müziği Topluluğudur.