Karanlığa atılan taş
İster bilim ya da felsefede olsun, ister güzel sanatlarda -kısaca BFS diyoruz-, tikelden tümele giderek yöneliyor insan evrene. Kafamızda evrene dair olgu ve gerçeklerden birikmiş veriler ışığında bir kuramsal çerçevemiz olması bunu değiştirmez. Suyun kaldırma gücü ve basıncını Arşimet’in hamamda yıkanırken boş tasın su yüzeyinde kalışıyla fark etmesi elbette adı geçen nesnelerin bilgisiyle oluşmuş bir arayışın ürünüdür, ama deneysel algılayış biricikle mümkün olmuştur. Keza Newton’un evrensel çekim yasası bilgilerini oluşturmaya başladığı sırada kafasına elma düşmesiyle gerçekte tüm insanlığın kafasına taş düşmüştür.
Ya başa ya boşa
Çok bilinen bir anekdottur: Atom fiziği üstüne uluslararası bir kongrenin o günkü oturumu sona erdiğinde, Einstein ve Heisenberg, konuk edildikleri otelin lobisinde buldukları sessiz bir köşede, evrenin sonsuzluğuna dair kesinlikleri ve belirsizlikleri konuşarak aralarındaki görüş ayrılıklarını daha da seçikleştirmek üzere söyleşiye dalar. Saatlerce söyleştikten sonra sabahki oturum öncesinde birkaç saat uyumak üzere odalarına çekilecekken Heisenberg şunu sorar: Yeni bir araştırma sürecine girerken pratiği mi daha çok önemsiyorsun, kuramı mı? Hiç düşünmeden, “Pratiği...” der Einstein.
Der ama uykusunda sıçrar, sabahı zor eder. Fellik fellik arayıştan sonra görür görmez, “Boş bulundum” der Heisenberg’e: “Elbette kuram önemlidir.” Neyse ki, İnternet icat olmamıştır da, sözü yayılmadan kendi düzeltmiştir.
Yeri gelmişken atlamayalım: Çağının birbirine aykırı görüşler taşıyan iki en büyük fizikçisinden biri, sözünü düzeltmek için ötekini köşe bucak ararken, yanlışlığı gündeme geldiğinde işi laf kalabalığına götürmekte bizdeki aydının üstüne yoktur...
Gerçek şu ki, kuramsal çerçevemiz ve ereğimiz olmaksızın, bilincimizin dışında milyonlarca yıldır olagelen hakikati nesnel varlığıyla kavrayamayız. Karanlığa attığımız taş ya başa düşer ya boşa...
Böyle giderse yokuz
Fazıl Hüsnü Dağlarca, 10 yıl önce bugün, 94 yaşında öldü. Nâzım’ın 15 yıl boyunca geceli gündüzlü cezaevlerinde Türk halkının en gözü kara ve asi insanlarından öğrendiği Türkçenin sırlarını şiirinde keşfetmeye bütün bir ömrünü vermiş bir şairdi Dağlarca. Engels’in tanımladığı el ve beyin diyalektiğinden oluşan emeğin sese sıçramasını tek dizede verdi: “Türkçem, benim ses bayrağım”.
Dağlarca, ülkenin ve toplumun gerçeklerini kendi dünyasının dışına bir an bile çıkarmamış şairlerimizden biri olarak bir şiirinde son derece karamsar ve küskün bir dirençle şöyle diyordu:
Ne olmuşuz ne yapmışlar bize
Nasıl bağlanmış elimiz kolumuz
Böyle giderse biline hep
Mustafa Kemal’le bile yokuz
Doğrusu böyle bir öngörü umutsuzluk aşılıyor gibidir. Ne ki Dağlarca hakikati karanlığın içinde görmeye en azından kendini kışkırtmaktadır.
Zamana kapalı evren
Şair, bu karamsarlıkta umudu yakalar; geçmişi, bugünü ve geleceği ona yeniden yükleyip aydınlığı haykırır:
Savaşın sonudur bitti sanırsınız
Vatan ve bayrak
Bir çocuk daha doğar
Bir Mustafa Kemal daha
Tüm BFS alanlarında hakikati edinme süreci gelgitlerle doludur. Bu; tikelle tümelin, pratikle kuramın, somutla soyutun, özelle genelin, bireyle toplumun sonsuz diyalektiğinden sonsuz evrene ilerleyen yolculuğun doğasında var.
Bir başka şiirinde şöyle bir imge yer alıyor Dağlarca’nın: “Vakitlere kapanmış büyük karanlıklar”...
Bir süredir, zamana kapalı evren üstüne düşünüyordum. Olur mu olur! Nasıl?
İşe, Türkçe’yle keşfedilmiş en büyük imgelerden birini, “vakitlere kapanmış büyük karanlıklar” imgesini somut yaşamda düşünerek, tümelden tikele, kuramdan pratiğe inerek başlamalı...