Karanlık Odanın Tutkulu Mucitleri
Akademi yıllarımdayken, 1870’lerde neo-klasik üslupta yapılmış eski Atlas Sineması binasının Devlet Resim Heykel Galerisi olan katını sık sık ziyaret ederdim. Fransız ressam Hippolyte Dominuque Berteaux tarafından tavanına yapılmış “Dört Element” resimleriyle hafızama kazınan bu 150 yıllık mekan, artık bir “Sinema Müzesi”. Dünyanın en iyi ilk üç sinema müzesi arasında gösterilen “İstanbul Sinema Müzesi” gerçekten güzel tasarlanmış. Odağında ağırlıklı olarak “Yeşilçam” olan müzenin, giriş bölümündeki “İnteraktif Dijital Müze” oldukça ilginç. Örneğin; filmlerden seçilmiş kadrajların üzerine tablet tuttuğumuzda, artırılmış gerçeklik teknolojisiyle Türk sinemasından önemli sahneleri tekrar izleyebiliyoruz. Bir başka interaktif bölümü olan “Türk Sineması’nın Hafıza Havuzu”nda ise; binlerce film, oyuncu, yönetmen, senarist, yapımcı ve sinemamızın emekçileri hakkında bilgi alabiliyoruz. “Yeşilçam Telefonda” bölümünde ise önümüze eski ankesörlü telefonlar çıkıyor. Telefonun diğer ucunda Ayhan Işık benimle konuşuyor. “Yeşil Perde” efekti ile çok sevdiğimiz “Hababam Sınıfı”oyuncularının arasına katılıp, video kaydımızı alıyoruz. Sinema Tarihi Bölümü’ne geçince, Atatürk’ün 10. Yıl Nutku’nun çekildiği kamerayla tanışıyoruz. Bu bölümde, koleksiyonerlerin ve MSGSÜ Sinema Televizyon Bölümü’nün bağışladığı kamera teknolojisinin gelişimini gözler önüne seren 130 parçalık eşsiz bir koleksiyon göz kamaştırıyor. Yeri gelmişken, çok öncelerden bir “Sinema Müzesi” kurmak isteyen MSGSÜ Sinema-TV Bölümü’nün kurucusu, hocamız Profesör Sami Şekeroğlu’nun bu müzeye olan katkılarını hatırlatmak istiyorum. Bu koleksiyonun içerisinde karanlık odadan başlayıp, 35 milimetrelik kameralara kadar uzanan bir çok cihaz var. Kaleydoskopları, fenakistiskopu, zoetropları, praksinoskopları inceliyorum, gözüm Camera Obscura’ya (karanlık odaya)takılıyor ve çocukluğuma uçuruveriyorum.
YÜKLÜĞÜN ARTTIRILMIŞ GERÇEKLİĞİ
Çocukluk yıllarımda Edirne’deki anneannemlerin oturduğu eski evin alt katında, Balkan Harbi’nde sığınak olarak kullanılan bir “izbe” vardı. O yıllarda odalarda yorgan ve döşeklerin konulduğu “yüklük” denilen gömme dolaplar bulunuyordu. İzbenin yüklüğü pek kullanılmadığı için boştu ve zaman zaman yeğenlerle saklambaç oynayınca buraya saklanırdık. Karanlık olan yüklüğün, ahşap dolap kapağının bir lira büyüklüğündeki budak deliğinden duvara doğru ışık sızardı. Bu yüklükteki en sevdiğimiz şey, dolabın budak deliğinden duvara düşen görüntüyü sinema gibi izlemekti. Çünkü pencerenin önünden gelip geçenleri görürdük. İzbenin iki küçük penceresinin görüntüsü son derece net, renkli, ancak tersti. Yani “yüklük” tam bir Camera Obscura’ydı. Yine bir saklambaç oyununda, birkaç yeğenle bu yüklüğe girmiş ve duvara düşen ters görüntüden pencerenin önünden kimlerin geçtiğini tespit etmeye çalışıyorduk. Ancak, bu sefer bir tuhaflık olmuştu. Pencerenin yansıyan görüntüsünde birisi son derece hızlı bir şekilde ileri geri hareket ediyordu. Bu hızda hareket eden bir insan olamazdı. Görüntü küçük ve ters olduğundan bunun ne olduğunu bir türlü anlayamamıştık. Saklambaç devam ettiğinden kafamızı yüklükten çıkarıp bakamamıştık da. Sonunda dışarı çıkıp bu garip olayın ne olduğunu anlamaya çalıştık. Meğerse, bir başka yeğen bizim yüklükte olduğumuzu ve pencere görüntüsünü izlediğimizi bildiğinden, üst kata çıkmış, bir paltoya ip bağladıktan sonra, onu bir ileri bir geri hızla sallamış.
Ne demiş karanlık oda üstadı İbnü’l Heysem: “Birer araç olan duyular yanılmaz değildir”. Kısacası, “Yüklük Obscura”nın “arttırılmış gerçekliğinin” kurbanı olmuştuk.
EN HAKİKİ GÜNEŞ SİNEMASI
Yardım için gittiğimiz Malatya depremi sonrasında Ceyhan’a uğruyoruz. Artçılar devam ettiği için, geceyi dışarıda geçirmek üzere kurulan tentenin altında toplanmış laflıyoruz. Karşılıklı ve çapraz muhabbetlerin frekanslarının birbirine karışması nedeniyle, konuşulanlar anlaşılmaz hale geliyor. Kulak kesilip ilginç olanı yakalamaya çalışıyorum. Bir ara masanın ortalarından sinema konusunun açıldığını duyuyorum, hemen meraklı sorularımı yöneltiyorum. Misafirim ya, bütün masa benim ilgilendiğim konuya odaklanıyor. Böylece sohbetin merkezi benim çaprazımdaki kişi oluyor. “Televizyon yok, bir şey yok, sinemayı biz yaptık” diye başlıyor sohbetine. Konunun derinleşmesi için: “Nasıl oldu bu?” diyorum. “Kendim düşündüm, meraklıyım ya” diyor, “Sinemaya giderdik, herkes film izlerken ben makinistin odasında film makinasını izlerdim. Bakardım iki makara film dönerdi, ışık gelip perdeye yansırdı. Ben de gittim mercek yaptım kendime.” Mercek deyince iyice meraklanıp: “nasıl?” diye soruyorum. “Dayımgilden bozuk bir ampulü alıp kafasını kestim, sukoydum içine, oldu sana mercek.” Sonra da bütün bu parçaları nohut sandığı içine yerleştirerek, sinema makinası yapmışlar. Makine tamamdı, ama sinema salonu nasıl hallolacaktı? Onu da çözmüş: “Karanlık olması için şuralardan buralardan kilim yorgan bulup çadır yaptım” diyor Ceyhan’ın sinemacısı. Sıra film perdesine gelince: “Sinema perdesi yapmak için bahçenin duvarını da götürecek halimiz yoktu ya, evden nenemin yorganını alıp incir ağacına gerip çaktık” diyor. Bunu takiben, çadırı oluşturan kumaşlardan birine delik delip ışık kaynağının içeriye girmesini sağlamış. Güneş ışığının bu delikten içeri girmesini sağlayan ışıkçı da varmış: “Aynalı Celal”. Aynalı Celal, güneş ışığını tuttuğu ayna vasıtasıyla çadırdaki deliğe yansıtıyor. Böylece; çadır deliğinden içeri giren ışık filme, oradan su dolu lambalı merceğe ve sonunda film görüntüsü olarak nenenin yorganına yansıyormuş. Güneş yön değiştirince: “güneş kayıyor” diye çadırdan bağırıyorlarmış. “Aynalı Celal” de güneşe göre aynanın yönünü değiştiriyormuş. Elbette bu sinema bedava değilmiş, İbnü’l Heysem’e taş çıkartan bu icatla film izlemenin bedeli 2,5 liraymış. “İyi paraydı ama” diyor, Ceyhan’ın sinemacısı. Ancak, kazanılan bu paralar pile gidiyormuş, çünkü güneş olmadığı zamanlar film için lamba da kullanılıyormuş. “İyi de film nerede?” diye soruyorum. O zamanlar Ceyhan’da açık hava sineması olan Güneş Sineması varmış. Bozuk film makaralarını da, filmleri de buradan sağlıyorlarmış. “Çocuklara 25 kuruş verirdim, Güneş sinemasından atılmış kesik filmleri toplayıp getirirlerdi, onları birleştirirdik. Bir keresinde bir kısım Yılmaz Güney filmi, bir kısım da kovboy filmi getirdiler, onları yapıştırdım. Filmi başlattık, filmin yarısı kovboy, yarısı Yılmaz Güney filmi oldu.”
Çocukluğumda sinemalarda görüntü atlamaları ve ses kesilmesi olduğu zaman, seyirciler hemen ıslık ve yuhalamayla tepki gösterirdi. Merak ettim, sordum: “seyirciniz bu yarı yarıya filmi izleyince bir şey demedi mi?”, cevap gayet tatmin ediciydi: “yahu ne sinema ne televizyon var. Görüntüyü hareket ettirmen yetiyordu zaten”
İBNÜ’L HEYSEM’İN REENKARNASYONLARI
Ardıl görüntüleri hızla üst üste bindirerek görsel hareket algısı yaratmak için yapılan bu eski ve naif cihazlar, kim bilir ne çabalarla ortaya çıkmıştır. Bu yüzden, bu tutkulu ve ironik icatlar beni hep heyecanlandırmıştır. Sanırım bizim dönemlerin çocuk dünyasında en çok da “karanlık oda”yı tekrar keşfetmekle uğraşılmıştır. Sanki bu çocukların hepsi karanlık odayı ilk uygulayan İbnü’l Heysem’in reenkarnasyonuydular. Sinema dünyası da, sinema makinasını tekrar tekrar icat etmeye çalışan ve film oynatmaya delice tutkun olanlara karşı kayıtsız kalmamıştır. Bu tutku bir çok filme konu olmuştur. Örneğin: Ahmet Uluçay’ın “Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak”ı, Nou Zaki’nin “Camera Obscura”sı, Zhang Yimou’nun “Bir Saniye”si, Guiseppe Tornatore’nin “Cennet Sineması”, John Boulting’in “Sihirli Kutusu” gibi…
Yazımın sonunda “Sinema Müzesi”nin restorasyonunda büyük emeği geçen müdür İlknur Ulu’yu da bu yazımda anmayı kültürel bir borç kabul ederek, yolunuzun Beyoğlu’na düşmesi durumunda Müze’yi gezmenizi kesinlikle tavsiye ediyorum.