’Kaybetme sanatı’
İnsanı dönüştüren nedir?
Yaşama serüvenimiz içinde bizi biz yapan değerlerin gidip kendimizi konumlandırdığımız yer/ortam/kültür, insan ilişkileriyle biçimlenerek var olduğu gerçekliğini düşünecek olursak; bu sorunun birçok yanıtını görürüz.
Yani, bir bakıma da birey olma/oldurma hallerinin kökenleri ta buralara uzanır.
Zaman zaman kendini bilmek, kendi olmak gibi çerçevelenmiş düşüncelere de yönelerek insanı anlamak derdinde oluruz.
Ne yanda durup bakarsak bakalım sözde olanla, oldurulmaya çalışılan arasındaki köprü insanın gitmesi ve kendini konumlandırışıyla kurulur.
Geçenlerde Amerikalı şair Elizabeth Bishop’un yaşamından önemli bir kesiti anlatan “Nadide Çiçekler” (“Reaching for you Moon”) filmini izlerken, insanın nereye giderse gitsin kendinden kaçamayacağını düşündüm. Onun ülkesinden Brezilya’ya uzanan serüveninde yüzünü döndüğü “imkânsız”, bir zaman sonra yaşamının belirleyicisi olunca; düşlerinden koparak gerçekliklerle yüzleştirir onu.
Öyle ki, her adımında yaşamsal sorgularla baş başa kalır. Dönüp kendisine bir yerde şunu da sorar: “Eğer dostluğu aşkın önüne koyuyorsan, umduğun nasıl bir hayattır?” Ve giderek bir zaman bakışı yaratır kendine. O pencereden hayata ve ilişkilerine bakar.
“Bir yerde ne kadar kalırsan, orası bir o kadar anlaşılmaz oluyor,” düşüncesi ise onun en temel huzursuzluğudur. Dahası yaşama huzursuzluğu da orada başlıyor. Bir insanda, bir yerde kalmanın sürekliliğinde...
Yaşama aşkına dönüp şunu söylerken de; “seni sevmekten başka seçeneğim yok,” bazı şeylerin parçalanamaz, kırılamaz olduğunun bilincindedir. O da bilir ki; bir şey parçalanabildiğinde yaşamsal döngü insanı bambaşka boyutlara taşır. Ve kaçışlarımız sürüklenişleri yaratır...
İşte orada dönüşümdense kaybetme başlar. Dönüşüm tözsel bir şeydir. Benlik sanrılarıyla gelir, varlığı kuşatan her bir duygu/düşünce kendi gerçekliğinde yeni bir değer üreterek sizi alır başka boyutlara taşır. İşte oradadır insanın deri değiştirmesi, kendini bulup, kendine yeni bir yaşama rotası çizmesi.
Bunu yaşamında beceremeyen Bishop, kaçışı seçer. Ardından gelen ise içine/ruhuna çöken karanlıktır. Ama o, kendi karanlığını yaşarken başkasının da yaşamında gölgeler oluşturur. Tutup şu şiiri yazması ise hiç de boşuna değildir:
Bir Sanat
Öğrenilmesi güç bir şey değildir kaybetme sanatı
görünürde o kadar çok şey niyetlidir ki kaybedilmeye
hiç de bir felaket sayılmaz onların kaybolmaları.
Her gün bir şey kaybedin. Kabul edin anahtarları
kaybetmenin telaşını, boşuna harcanan saati.
Öğrenilmesi güç bir şey değildir kaybetme sanatı.
Daha çok, daha çabuk kaybetmeye alıştırın kendinizi,
yerleri, isimleri, tasarladığınız yolculuk planlarını,
nasılsa bir felaket sayılmaz bunların unutulmaları.
Annemin saatini kaybettim. Sonra bak, en son evimi
ya da ondan önceki sevdiğim iki evim de gitti.
Öğrenilmesi güç bir şey değildir kaybetme sanatı.
İki şehir kaybettim, iki güzel şehir. Topraklarım vardı
uçsuz bucaksız, iki nehrim, varlığım koca bir kıtaydı.
Arıyorum hepsini. Ama bir felaket sayılmaz kaybolmaları.
Seni bile (o şakacı sesini, sevdiğim bir davranışını.)
Yadsıyacak değilim. İşte apaçık ortada,
Öğrenilmesi çok güç bir şey değilmiş kaybetme sanatı
her ne kadar (Yaz işte!) bir felaketi andırsa da yaşanması.
Elizabeth BISHOP
(Çeviren: Cevat ÇAPAN)