22 Kasım 2024 Cuma
İstanbul 17°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

KELİMELERİN DE ÇÜRÜDÜĞÜ ZAMANLARA DAİR - 1: Plastik aşklar naylon demokrasiler silikon güzeller

Latif Bolat

Latif Bolat

Gazete Yazarı

A+ A-

Kelimelerin süratle anlamlarını yitirdiği zamanlardayız vesselam. “Ağzı olan konuşuyor” derler ya, aynen öyle oldu bu fani dünyanın insanı. Daha yirmi-otuz sene öncesine kadar, bambaşka anlamlar yüklenmiş olan o kadar çok kelimemiz, o denli çürütüldü ki, kurduğumuz cümlelerde, aklımıza geleni ifade edebiliyor muyuz diye endişelenmekteyiz bazen.

Herşeyi sosyal medyanın etkisine bağlamak istemeyiz elbette. Ama “büyük fotoğrafa” bakınca, insan derin şüpheler içine düşmüyor da değil. ABD’nin bir yerinden Zuckerberg adında bir delikanlı çıkıyor, Facebook diye bir internet programı yaratıyor. Buna bağlı olarak Instagram, Twitter gibi başka kolları da ekleniyor. Ve dünyada olup bitenleri en etkili şekilde yönlendirmenin mükemmel bir canavarını yaratıveriyor. Bu yönlendirme, esas olarak kültürel oluyor tüm dünyada. Çünkü insanların cebini ve vatanlarını boşaltmak için, önce onların beyinlerini boşaltmak gerektiğini çok iyi biliyor sosyal medyanın ve elbette ki Zuckerberg’in yaratıcıları. Böylece Hitler’in panzerlerinin ve tanklarının Avrupanın her tarafını bir günde işgal etmesini hatırlatırcasına, sosyal medya yaratıcıları beyinlerimizi, dillerimizi, gönüllerimizi, zevklerimizi, üstelik bizim çok hevesli onaylarımızı da alarak işgal ediveriyorlar. Hiçbir kültüre direnmek gerektiğini düşünme şansı bile vermeden, küreselleşme virüsü, bir veba ya da Corona salgını gibi sarıveriyor tüm âlemi.

Sosyal Medyanın kültürün başka alanlarına etkisini, başka yazılarda uzun uzun ele alabiliriz. Ama bugün, Türk dilinin en güzel kelimelerinin, sosyal medya ve küreselci saldırı altında ne hale geldiğine kısaca göz atıp, bazı itirazlarımızı ifade etmeye çalışacağız. Kelimelerin anlamlarını yitirip, aslından çok daha başka anlamlara dönüştüğüne dikkatleri çekmeye çalışacağız.

Gelin günün her saatinde, şu ya da bu sebeple kulaklarımızın içine girip çıkan bazı Türkçe kelimelerin içine düştükleri üzüntülü ve acı durumu örnekleyelim.

YUNUS’U KANA BOYAYAN AŞK BU MU?

Aklımıza ilk gelen kelimemiz “aşk”, yanılmadınız. Gece ve gündüz, yolda, parkta, plajda sürekli duyduğumuz “aşkım” kelimesinin ana unsuru. Yani önce aşk olacak ki, o aşka özne olacak olan “aşkım” var olabilsin. Ne de olsa, “aşk” ile ilgili şiirlerin en yalınının ve en derinlerinin, dünyaya birer hediye olarak ortaya salındığı bir toprağın insanıyız. Kastettiğim, bizim Torosların usanmaz ve bıkmaz aşığı Karacaoğlan, Dadaloğlu, Gevheri ile Aşık Veysel ve yüzlerce başka gönül ustaları. Bir de bunlara “aşkın başka bir türünün” dünya çapındaki filozofları olan Yunus Emre ve Mevlana’yı eklersek, aşkın kitabını yazan bir millet olduğumuzu görebiliriz.

Ama, aradan geçen zamanların herşeyi eğip büktüğü gibi, kelimeler de paslanıp çürüyor galiba. Bugün hangi magazin haberini dinleseniz, hangi gazetenin dedikodu köşesine baksanız herkesin ağzında sakız olan bir kelime haline gelmiş, aşk! O kadar ki karısına, kocasına kullandığı “aşkım” kelimesini kedisine veya köpeğine de kullanmakta hiçbir sakınca görmez oldular. Bazı Türk televizyon kanallarının müzmin sarışın sunucusu, 6 kere evlenip her defasında aşkım dediği bu kocalarını kapıdan kovaladığında, yedincisine de “aşkım” diye sarılıp evlilik programlarında “tecrübeli aşık” rolleri taslayabiliyor.

“Güzelliğin on para etmez, bu bendeki aşk olmasa” diyen Aşık Veysel’in kastettiği o derin ve ulvi duygu ile, 7 Kocalı Hürmüz misali ortalıkta dolanan kadın veya erkeklerin ağzından düşmeyen “aşk” sözcüklerinin aynı olduğunu kim iddia edebilir şimdilerde ki? Semt pazarındaki domates misali, gönüllerdeki aşk da enflasyonun kurbanı olmuş gibi sanki. Yoksa bu kadar aşk lafı eden bir toplumda, nasıl olur da her geçen sene daha fazla insan mahkemelere koşar “eski aşkından” boşanmak için.

Gelelim bir başka sözcüğe: “mutluluk”. İnsanoğlunun mağaralarından çıktığı günden beri hayatlarını anlamlı kılmaya çalıştıklarının bir ifadesi idi mutluluk sözcüğü. Bunu elde edebilmek için, karın doyurma uğruna, devasa yaban hayvanlarının peşinden koştular. Göbeklitepe’nin bize gösterdiği gibi, kendilerine Tanrılar yaratıp onun mutluluğunu sağlamaya çalıştılar. Tanrınız mutlu olursa, size de düşecektir o mutluluğun bir parçası diye. Geçen zamanların çürütmesi ile mutluluk da, para Tanrısının kölesi olmakla eşitlendirildi. Yani mutluluk için, kendi yarattıkları para Tanrısının kölesi olmayı seve seve kabul etti insanlık. Yani o güzelim mutluluk sözcüğü, para ile doğrudan bağlantılı anlamsız bir kavram haline geldi.

DEMOKRATİKLEŞSEK Mİ ACABA?

Biraz da siyasi dil alanına girersek, asıl karakterini en fazla kaybeden kelimelerden birinin“demokrasi” olduğunu görürüz. Zaten ortaya çıktığı günlerde bile, anlam bakımından problemli olan “demokrasi” kelimesi, şimdilerde, dünyanın bir numaralı sahtekarlığının adı haline gelmedi mi? Bizim memleketteki, sünnet edilecek olan oğlan çocuğunun ağzına doldurulan lokum gibi, “demokrasi” sözcüğü de önüne gelen herkesin ağzında. Dünyanın dört bir yanında, beşyüz senedir insanoğlunun şahit olduğu en büyük zalimlikleri yapan Batılı devletler, bahsettikleri demokrasinin beşiği oluyorlar ama, kendilerinden olmayan herkesi “baskıcı” olarak nitelendirilip, “demokratikleştirilmek üzere” sıraya koyuyorlar. En çok katılımın olduğu başkanlık seçimlerinde bile, yüzde 40 oy kullanma oranına ulaşmayanlar acayip demokratik olabiliyorlar da, halkının yüzde 90’nin sandığa gittiği ülkelerdeki seçimlere güven duymadıkları için itiraz edebiliyorlar.

(DEVAM EDECEK)