Kemal Reis, sizi müslümanları katledin diye mi kurtardı?
711-1492 yılları arasında Avrupa’nın en batısındaki İber Yarımadası’nda, yani Endülüs’te güçlü şekilde varlık gösteren İslam dünyası; kimseyi din değiştirmeye zorlamamıştı. Bu nedenle, Granada toprakları üzerinde yaşayan Müslüman, Katolik ve Musevi topluluklar arasında barış ve huzur hâkimdi. Ancak Beni Ahmer Devleti, denizcilikte geriledikçe güç kaybetmeye başlamıştı. Denizcilikte büyük ilerlemeler kaydeden Katolik Avrupa ise, tüm Endülüs Müslümanlarını ve Musevilerini yok etmek, başarılamıyorsa Batı Avrupa’dan söküp atmak için güçlerini birleştirmişti. Kastilya Kraliçesi I. Isabel ile Aragon Kralı II. Ferdinand’ın evliliği, bunu amaçlayan Büyük İspanya Projesi’nin ilk adımını oluşturmuştu. Katolik Avrupa, İber Yarımadası’nda askerî ve sosyo-politik zaferden o kadar emindi ki, Müslüman ve Musevi nüfusa yaşatacağı sistematik soykırıma “Engizisyon” adında hukuki bir zemin bile hazırlamıştı. Avrupalıların 1482’de Endülüslü Müslümanları ve Musevileri hedef alan topyekûn saldırıları başladığında, Doğu’nun denizdeki gücü olan Osmanlılar, hem Avrupalıların Cem Sultan şantajı hem de Memlûk ve Safaviler ile arasındaki kritik güç mücadeleleri/savaşlar nedeniyle, donanmasını Endülüs’ün yardımına gönderememişti. Avrupa’nın eli kolu bağlı sandığı Osmanlı Devleti, Endülüs’teki çöküşü engelleyememişti; ama, Endülüslülerin soykırıma uğramalarına göz yumacak değildi ve ses getirecek bir kozunu sahaya sürdü. Endülüs’te yaşam alanı gittikçe daralan Müslüman ve Musevilere yaşam ümidi aşılayacak bu kozun adı, “Kemal Reis başta olmak üzere 1’inci nesil akıncı Türk reisleri”ydi. İlk olarak, 1487’de Haçlıların eline düşen Malaga’da 30.000 Müslüman soykırıma uğramak üzereyken Kemal Reis’in akıncı leventleri, denizden şehre çıkmış; Haçlı ordusuyla kanlı sokak çarpışmaları yaparak Müslümanları katledilmekten son anda kurtarmayı ve Malaga’dan tahliye etmeyi başarmışlardı.
GRANADA MAZLUMLUĞUNDAN GAZZE KATLİAMCILIĞINA
Granada, İspanyolca “nar” meyvesi demektir. Haçlı ordularına komuta eden Aragon’un hırslı kralı II. Ferdinand’ın 1491’de “Nar’ın tanelerini tek tek sökeceğim.” diyerek kuşattığı son Endülüs şehri Granada, 7 aylık bir direnişten sonra teslim olmuştu. Batı Avrupa’daki son Müslüman devletin yıkılması, Akdeniz ve dünya için jeopolitik dengeleri altüst etmenin ötesinde, Batı Avrupa’da yaşayan 230.000 Musevi’yi de “Elhamra Fermanı” adındaki ölümcül bir travmanın içine düşürmüştü. Katolik Kralların birlikte imzaladıkları 31 Mart 1492 tarihli bu sürgün ve vahşet fermanına göre, Museviler 3 ay içinde ya Hristiyanlığı kabul edecek ya da İspanya’yı terk edeceklerdi.
Mallarını apar topar satmak zorunda kalan 160.000-230.000 kadar İspanya Musevisinin (Sefarad) çoğunluğu, zamanla yarışırken büyük güçlükler yaşamışlardı. Elhamra Fermanı ile kendilerine tanınan 3 aylık süre, 31 Haziran 1492’de dolduğunda, Sefarad Musevileri hâlâ İspanya’yı terk etmenin yollarını arıyorlardı. Rabi Don Isaac Abranavel adlı bir Sefarad Musevisi, I. Isabel’e büyük bir rüşvet ödeyerek bu sürgünü en fazla 1 ay daha geciktirmeyi başarmıştı.
İlk sürgün kafileleri, yüksek ücretler ödeyerek kiraladıkları birkaç İspanyol ticaret kalyonu ile Cadiz Limanı’ndan hareket ettiklerinde Fas’a götürüleceklerini düşünüyorlardı. Fakat hiç kimsenin ulaşamayacağı kadar batıya götürüldükten sonra, güvenli topraklara gitmek için para ödedikleri hâlde İspanyol denizciler tarafından Atlas Okyanusu’nda ölüme terk edilmişlerdi. Bu trajediden haberdar olan ve yanlarında Kemal Reis’in akıncı filosu olmadan İspanya topraklarını sağ salim terk edemeyeceklerini anlayan Sefarad Musevileri için Cadiz Limanı’nda endişeli bir bekleyiş başlamıştı.
Nihayet, 2 Ağustos 1492’de Cadiz Limanı’na yetişen Kemal Reis ve akıncı filosu, Sefarad Musevileri tarafından kiralanan ve 160.000-230.000 Sefarad Musevisini taşıyan 150 kadar yelkenliden oluşan dev bir konvoya İstanbul, Selanik ve İzmir’e kadar refakat edip onların emniyetli bir şekilde güvenli topraklara göç etmelerini sağlamıştı. Museviliğin kaderini -yaşamsal anlamda- değiştiren bu başarılı tahliye harekâtı, Musevilerin yüzyıllardır minnetle andıkları olayların başında gelmektedir.
Kemal Reis’in sağladığı bu desteğe rağmen İspanya’dan kaçmayı başaramayan çok sayıda Musevi, Engizisyon’un kurbânları olmuşlardı. Engizisyon Mahkemesi’nin Katolik olmayı reddeden 2.000 Musevi’yi kazığa bağlayıp yakması üzerine, İspanya’dan kaçamayan Museviler, Engizisyon korkusu ile Hristiyan yaşam tarzını benimsemiş ve “Konverso (dönme)” adıyla anılmaya başlamışlardı. Aynı zamanda Museviliği gizlice yaşayan “Kripto Museviler” olan “Marannolar (yerel İspanyolların dilinde domuz anlamında)” aslında, ilerleyen yıllarda bu baskının biteceğini ummuş veyahut da İspanya’dan kaçabilmek için kendilerine zaman kazandırmışlardı. Musevilerin yaşadıkları kâbus, İspanya ile sınırlı değildi; 1492-1497 yılları arasında Malta, Sicilya, Rodos ve Portekiz’den kovulan Museviler de, yine Osmanlı topraklarına göçerek hayatta kalabilmişlerdi. Doğu’nun süper gücü Osmanlı Devleti, Sefaradlardan başka Aşkenaz Musevileri arasında da kurtarıcı olarak tanınır. Katledilmek üzere olan on binlerce Aşkenaz Musevisi, 1376’da Macaristan’dan; 1394’te Fransa’dan; 1420’de Venedik’ten; 1527’de yine Macaristan’dan; 1537’de İtalya’dan; 1542’de Bohemya’dan Asya topraklarına kaçmış; Osmanlı’nın bağrında dinlerini ve kültürlerini koruyarak huzurlu şekilde soylarını sürdürmüşlerdi. Hatta, 1556’da kripto Musevi olduklarını anlayan Papa IV. Paul’ün hapsettirdiği yüzlerce Maranno’yu kurtarmak için Kanuni Sultan Süleyman, hapsedilen bu Musevileri Osmanlı uyruğu ilan etmiş ve tehditle serbest bıraktırıp güvenli Osmanlı topraklarına tahliye ettirmişti.
EMPERYALİZMLE İŞBİRLİĞİ YAPANLARIN ASYA’DAKİ YERİ
Hepinizin bildiği üzere Avrupa tarihi, Katoliklerin ve Protestanların, Musevilere soykırım girişimleriyle doludur. 500 yıl öncesinin örneklerinde de görüldüğü üzere, Soykırımcı Batı’nın Musevileri hedef alan her katliam girişiminde, Doğu Dünyası -tüm mazlumlara olduğu gibi- Musevilere de kol kanat germeyi kendine görev edinmişti. Bunun yerine Asya, mazlum Musevilere arkasını dönmüş olsaydı; Musevilerin nesli tükenmiş ve bugünün Batı Asyası’nda sistematik soykırımcılığıyla ünlenen İsrail Devleti, hiç kurulmamış olacaktı.
İsrail’in “tarihsel olarak soyunu borçlu” olduğu Asya’ya bugün yaşattıklarının, çok büyük bir ihanet olduğu, kuşku götürmez bir gerçektir. Emperyalizmin sırf “kalıcı gerilim” kurgusuyla, Asya’nın kutsal topraklarına yerleştirdiği ve gittikçe daha çok “Arap soykırımcısı” olmaktan utanmayan, hatta “Asyalılara hayvan muamelesi yapan” Siyonist İsrail, bir zamanlar kendi neslini kurutmaya çalışan Batı’nın teşviki ve güvencesiyle; Asya’daki katliamlarına devam edecek gibi duruyor. Gittikçe sapıtan Siyonizm’in pençesinde daha da dengesizleşecek İsrail, “nükleer katliamlar”a bile yol açabilir. Diğer taraftan, 1948’de kurulduğundan beri emperyalizmle iş birliğinin dozunu artırıp duran İsrail, Siyonizm üzerinden formüle ettiği katliamcılık alışkanlığını terk etmez ve akıl dışı çizgisinden emperyalizm karşıtı çizgiye gelmezse, Asya’daki yerinin sağlam olmadığını iyi bilmelidir. Böyle giderse, Asya’nın gücü karşısında hızla zayıflayacağı kesin olan emperyalistler, 10-20 yıl sonra Asya denizlerini terk ederken yanlarında Siyonistlerini de alıp Batı’ya yerleştirmek zorunda kalabilirler. Tarih, sadece kovulan mazlumların bir yerlere sığınma hikâyeleriyle değil; yağmacıların kovulurken, işbirlikçilerini de mecburen yanlarında götürme olaylarıyla da doludur.