Kendi kollarımız
Sıradan “yurttaş” seçim dönemlerinde görünür, sonra kaybolur. Kaybolmadan önce, yani kendisini “yurttaş” gibi hissettiği o kısa seçim döneminde, eline kâğıdı kalemi alıp basit aritmetikle kime oy vereceğini hesaplar. Bunu yaparken, vereceği oyun kendi hayatında herhangi bir değişikliğe yol açmayacağını geçmiş tecrübeleri sayesinde gayet iyi bilir. Fakat kısa süreliğine “yurttaş” olarak seçim heyecanına, neşesine, şenliğine katılmak ister. Ateşli bir tutumla, sanki bir şey olacakmış gibi siyasî sohbetlere katılıp heyecanla görüşlerini dile getirir.
Mesela aritmetik olarak, “HDP’ye oy vermezsek 80 milletvekilini AKP’ye kaptırırız” diye düşünür. Böyle düşünmesi için ayrılıkçı olması ya da Selocan’ın “Kibar Feyzo” hâlini çok şirin bulması şart değildir. Ya da stratejik bir hamleden yana tavır koyarak, “Önce AKP’den kurtulmalıyız, bu yüzden Sekiz Köşeli Muharrem’i cumhurbaşkanı yapmalıyız,” der. “Şövalye Gül kalmadı bari Muharrem verelim” mantığı üzerinde düşünmesi ya da CHP’nin seçim bildirgesini anlamış olması gerekmez. Maç varsa takımlardan birinin renklerine gönül verecek, tüyö aldığı ata oynayacak ya da sayısal loto’nun rakamlarını nümerolojik yorumlarla saptayacaktır. En basit ve düz mantıkla kısa süreli “yurttaşlık” görevini yerine getirecektir. Üstelik hem eğlenecek, hem de kendisini önemli hissedecektir.
Bu tutumlar, insan türünün ve zihninin üretebileceği en ilkel mantığa yol açar: “Muharrem’e saldırıyorsun, o hâlde sen Tayyip’ten yanasın,” “HDP’yi eleştiriyorsun, o hâlde sen ırkçı bir Beyaz Türksün.” Öyle mi?
Seçim ortamı bizim gibi ülkelerde halkın öfkesini farklı yönlere dağıtarak azaltma işlevi görür. Değişen bir şey olmaz! Yurttaş 2013 yılının Haziran ayında bir gece ansızın yaptığı gibi, genç Mustafa Kemal posterleri ve İzmir Marşı’yla köprüleri geçip meydanlarda toplanarak, böylece “ayaklarıyla oy vererek” netice almayı, iktidarların keyfine ve insafına kalmadığını göstermeyi ve palavracılara haddini bildirmeyi öğreninceye kadar bu durum sürüp gidecektir. Demokrasi tiyatrosunun seyircisi değil oyuncusu olduğumuz zaman; ancak o zaman, seçim dönemlerinde görünüp kaybolan “yurttaş” olmaktan çıkar, sahici ve sürekli yurttaş oluruz. İşte o zaman, bütün bu rezilliğin bedelini ödeyecek olanlara, demokrasinin bedelini ödemiş bir halk olarak, “bu felaketi siz yarattınız” diyebiliriz.
Fakat seçimlerin faydası da var. Mesela Türkiye’nin emperyalist kapitalist dünya sistemine ekonomisiyle ve siyasî partiler rejimiyle ne kadar bağımlı olduğu en bayağı hâliyle ilk kez bu seçim tantanasında ortaya çıktı. Saray’ın diktatörlük heveslerini kullanarak anayasal rejimi değiştirdiler, siyasî toplumda “demokrasi budalalığı”nı yaygınlaştırarak siyasî partileri hamur gibi yoğurup kıvama getirdiler ve bütün bunları ülkenin tarihine ve partilerin taban eğilimlerine rağmen yapabildiler. Bir tek Vatan Partisi kılçık gibi boğazlarına takılıp kaldı. Onu da nasıl görünmez hâle getiririz diye uğraşıp duruyorlar.
Bakın ben size bir şey söyleyeyim: Yugoslavya, devlet yapısı, iktisadi gücü, ideolojik tutarlılığı ve halkın kültür düzeyi bakımından Türkiye’nin şimdiki hâlinden çok daha üstündü. 12 Eylül darbesi, “sosyal devlet”i tamamen çökertti. Tansu Çiller, ilk kurbanı Sümerbank olan Özelleştirme Yasası’nı çıkarıp karma ekonomiyi bitirdiğinde, “son sosyalist devleti yıktık” demişti. Onun üzerinden, neoliberalizmin en gerici ortaçağ ideolojisiyle sentez oluşturduğu 16 yıl geçti. Emperyalist kapitalizm şantaj yoluyla elinde tuttuğu Saray’a şimdi uzatmaları oynatacak, Türkiye’nin stratejik-askerî ve iktisadi çıkarları üzerinde son rötuşları ona yaptıracak. Sistemin muhalif partileri bu rötuş yapma görevini AKP’nin elinden almak için yarışıyorlar. Seçimler bunun için yapılıyor. Türkiye’nin anayasası ve iktisadî yapısı bir Kurucu İrade marifetiyle değiştirilmedikçe, hiçbir şey değişmez. Sorunlarımız basit seçim aritmetiğiyle çözülmez. “Bizi kurtaracak olan kendi kollarımızdır.”