Kendi rekorumu kırmak istemiyorum!
Fenerbahçe’de grupçuluğun mucidi kim? Kulübün içinden olan herkesin vereceği cevap aynıdır. Şambaba lakaplı Semih Bayülken. Şöyle bir o dönemlere geri gidelim..
1940’larda Semih Bayülken, Müjdat Yetkiner, Turhan Humbaracı, Rüknettin Şaşan’dan kurulu bir arkadaş grubumuz vardı. Birbirimizden hiç ayrılmazdık. Bu arkadaş topluluğumuz yıllarca devam etti. Müjdat Yetkiner ile beraber Fenerbahçe takımında oynamaya başladığımız günlerde, Semih’i hiç bırakmadık. Antreman ve maçlara bizimle birlikte gelirdi. Bir “Milli Küme” Ankara deplasman maçında onu yataklı vagonda kaçak götürdüğümüzü hiç unutmam. O yıllar Semih Bayülken, Tıp Fakültesi’nde öğrenciydi. Yıllar geçti. Ben 1952 yılında futbolu bıraktım. Görevle Bursa’ya tayin edildim. Orada antrenörlük ve futbolculuk da yaptım. Bu süreç içinde Semih Bayülken’in bir grubun başına geçtiğini ve o gurubu yönettiğini okudum. Hayret etmekten kendimi alamadım. Semih Bayülken’in toplumsal bir kişiliği vardı. Her tip insanla kolayca ilişki içine girebilirdi. Ancak, grupçuluk yapacağı aklımdan geçmemişti.
Kadıköy Altıyol ağzı gibi merkezi bir yerde, muayenehanesi vardı. Arkadaşlarına ve onların ailelerine hemen koşar ve dertlerine deva olmaya çalışırdı. İnsanları çok iyi analiz eder ve onların nabızlarına göre şerbet verirdi. Muayenehanesinin raflarında bilimsel kitaplar yerine, içinde CHP parti üyelerinin ve Fenerbahçe üyelerinin isim listelerinin bulunduğu kataloglar vardı. Bunların içinde yandaşlarının ayakkabı numaralarından şapka numaralarına kadar bilgiler bulunurdu. Bu yolda çok metotlu çalışırdı. Eğer kendi mesleğinde böyle bir çalışma içinde olsaydı bir otorite olabilirdi. Ne var ki mütehassıs hekim bile olamadı. Kongre Profesörlüğü unvanını kazandı. Fenerbahçe yönetimine girmek isteyen para babalarının yolu Semih Bayülken’den geçerdi. Geçmenin faturası çok büyüktü. Ancak bu yolla Semih, kendi yandaşlarını homojen bir şekilde tutabilirdi. Onların üye aidatlarını ödeyebilir ve gereksinimlerini karşılayabilirdi. Aile sorunlarını halleder, onlara yemekler verir, ziyafetlere götürür, yolluklarını verebilirdi. Bunları da en iyi şekilde yapardı. Semih Bayülken’in grup egemenliği, karşılıklı çıkara dayanan bir egemenlikti. Fakat bu durum Fenerbahçe’ye sadece sermayeyi getirdi. Parayı veren de düdüğü çaldı. Kadere bakın ki otuz beş yıllık mahalle arkadaşlığımız, onun bu grupçuluk sevdası yüzünden yara aldı. O, hep sermayenin yanında yer aldı, ben ise sermayenin karşısında oldum. Semih-Muhittin ikilisi, gerçekten de lider kişiliğine sahiptiler ancak, çağdaş toplumlar değil, ilkel toplumlar için. Eğer bu ikili çağdaş bir kafa yapısına sahip olsalardı, Fenerbahçe bu gün bulunduğu düzeyden çok daha ötede bir toplum düzenine geçmiş olurdu.
Son kongreye katılmadım. Pek de içimden gelmedi doğrusu. Yapı olarak toplantılara gittiğimde ne pahasına olursa olsun kafamdaki düşünceleri açıklamak isterim. Aksi durum beni çok rahatsız eder. Eyleme dönüşmeyen fikirlerin hiçbir anlamı yoktur benim için. Kimseyi tanrılaştırmak gibi bir adetim olmadığı için onların söylediklerini de buyruk olarak kabul etmem. Son beş yıla kadar her Fenerbahçe toplantısında kafamdaki doğruları söylemişimdir. Bütün söylediklerim, Fenerbahçe arşivlerindedir. Tabii bunun zararını da görmedim değil. 3 kez Fenerbahçe Haysiyet Divanı’na verildim ve birinde 2 yıl hak mahrumiyeti aldım. 4. defa Haysiyet Divanına gitmek istemiyorum. Daha doğrusu bu konuda kendi rekorumu kırmak istemiyorum. Çünkü ülkede demokrasinin lafı var ama kendisi yok. Aynı şey, Fenerbahçe Kulüp camiası için de geçerli. Aile bireylerim ve yakın dostlarım, sağlığımı düşünerek “Yeter bu kadar, yıllarca konuştun” diyerek, toplantılarda fikirlerimi söylememi, konuşma yapmamı adeta yasakladılar. Bu da aile içi demokrasi!
Ben de üç yıldır, hiçbir Fenerbahçe toplantısında konuşma yapmadığım gibi toplantıya katılma sayılarını çok düşürdüm. Açıkçası pek gitmiyorum
KURUMSALLAŞMA KURUM TUTTU!
Hepimizin bildiği gibi Fenerbahçe yıllar önce çağa uymak için 4 kez kurumsallaşma yoluna gitmiştir. Ancak düşüncelerimiz kurum tuttu, Fenerbahçe bir türlü kurumsallaşamadı. Hasan Özaydın’ın projesi “Fenerland”idi. Beğenilmişti de. Ama o da o dönemdeki Fenerbahçe içindeki “Kabakçı isyanlarının” hışmına uğradı. Uygulama yarıda kaldı. Daha sonra, Aziz Yıldırım, bu projeyi esas kabul ederek uygulamaya geçirmeye çalıştı. Kurumsallaşmanın başına Hasan Yılmaz diye Türkiye’nin önde gelen CEO’larından birini getirdi ama o da 1-2 sene dayanabildi. Sonra Başkanın hışmına uğrayıp görevi bitti. Onunla beraber 2 yıl boyunca ödenen paralar da havaya gitmiş oldu. Şimdi kurumsallaşmayı kim yönetiyor bilemiyoruz. Ama başkan ile CEO arasındaki meselede kim haklı olursa olsun, böyle bir noktaya gelmeleri kabul edilebilecek bir durum değil.
FENER BOYUNA DEĞİL ENİNE BÜYÜYOR
17 yıllık Aziz Yıldırım iktidarı yapılan kongrede tekrar güven sağladı. Bu kadar süre camianın güvenini alabilmek bir ilktir Fenerbahçe’de. İyi veya kötü. Tartışma götüren bir konudur bu. Kutlamak gerekir. Yalnız bazı önemli hususları da pas geçmemek lazım.
Hepimizin bildiği gibi dünyada büyük değişimler oluyor. Tabii Fenerbahçe’yi de bundan soyutlamak olası değil. 10-15 yıl evvel 4 bin üyesi varken bugün 10-12 bin üyesi var. Hedef üye sayısı olarak “bir milyon üye” kondu. Bu güzel bir gelişme ama bu üyelerin hepsinin kongreye gelmesi ve fikirlerini beyan etmesi çok zor.
İçlerinde dünya çapında insanlar da var, kıyıda köşede kalmış aşiret grupları da... Bu kıyıda köşede kalmış gruplar, aktif katılımları ile Fenerbahçe’nin kaderini çizmeye kalkıyor. Yıllardan beri değişmiyor bu konu. Aziz Yıldırım, iktidara gelirken grupçuluğu önleyeceğini söylemişti. Ne var ki ilerleyen yıllarda kendisi de grupların kurulmasına izin verdi, ayrıca onlara hava da verdi.
Daha önce de satır aralarında değinmiştim, bana göre; Fenerbahçe bugün için boyuna değil enine doğru büyüyüp gelişiyor. Şimdi paragraf başı olarak değiniyorum. Bu enine büyüme ve gelişme, hiç de sağlıklı gelişme değil. Daha bir misli üye olsa bir şey fark etmez.