Kırk üç yıl ara ile şaşzamanlı duygular
1977’nin sonbaharı idi sanırım.
“Sen İstanbul’da yeni çıkacak olan günlük Aydınlık gazetemizde görev alacaksın” dediler.
Ankara’nın hem soğuk hem karanlık kış günlerinden sonra, İstanbul cazip gelecekti elbette.
Zaten her sokağı çatışma alanı, her üniversite bir işgal sahası idi Ankara’mızın. İstanbul da öyleydi elbette, Adana da…her şehir karanlık bir kördöğüşü sahası gibi idi.
Günde 10-15 insanın yol kenarlarında, kahvelerde ve derneklerde vurulup yok edildiği zamanlar. İnsan hatırlamak bile istemiyor şimdilerde.
Ama o karanlıklar, ancak bir güvenilir örgüt ile aşılacaktı, o çok belli olmuştu artık. Tahlilleri sağlam, kararları tutarlı, eylemleri güvenli bir örgüt.
İşte o duygular içindeyken, İstanbul’da çıkacak olan Aydınlık gazetesinin bir neferi olarak seçilmiş olmak büyük bir gurur kaynağı idi. Hele de gazetenin yazı işleri için seçilmiş olmak başka bir heyecan konusuydu.
O heyecanla vardık İstanbul’a. Kumkapı’da gazeteden arkadaşlarımızla bir küçük evde kalacaktık. İstanbul’un o kemiklere işleyen soğuğuyla ilk orada tanımıştım. O sobanın bile olmadığı küçük evde.
Gazete, memleketin basın merkezi olan Cağaloğlu’ndaydı elbette, tüm diğer ulusal düzeyde yayın yapan gazeteler gibi. Cağaloğlu ile Kumkapı arası problemliydi ama! Bizim Toroslardan Çukurova’ya geçmek için o zalim Gülek Boğazını aşmak zorunda olmamız gibi..Çünkü tam ortada Küllük Kahvehanesi ve Kadırga Öğrenci Yurdu vardı ki, başınız her an belaya girebilirdi oralarda. Çünkü bu bölgeler o zamanki militan faşistlerin kurtarılmış semtleri idiler.
Ve biz her sabah ve her akşam gözümüzü dört açmış,kulaklarımız her gelen seste, kenardan ve kıyıdan gittik geldik aylarca.
Aydınlık, tam anlamı ile bir komün çalışması idi. Herkesin her işe el attığı, ben yapamam sözünü duymayacağınız bir mistik “merkez” gibiydi adeta. Hani hep deriz ya “Yunus Emre tekkeye kırk yıl odun taşımış da, hiç eğri büğrü dal bile getirmemiş” diye. Aynen öyleydi orası da.
Herkes, diğerlerine ne biliyorsa onu öğretme gayretindeydi. O denli neşeli ve gayretli bir ortamdi ki, herkes sabahın karanlığından, gecenin karanlığına kadar çalışmasına rağmen, bir şikayet duymazdınız kimselerden.
Aylar boyu hazırlıktan sonra, deneme yayını günleri gelmişti. Sabahları, upuzun bir masada toplanıp gazetecilik nasıl yapılır, o gün halka neler ulaştırılır, manşet ne olabilir konuları tartışılırdı. Masada kimler vardı? Memleketin en seçme aydınlarıydılar: Doğu Perinçek, Ferit İlsever, Hüseyin Karanlık, Armağan Anar, Ragıp Duran, Köksal Çiftçi, Reha Akbay, Cenap Nuhrat, Nezih Coş ve niceleri.
Onların bilgilerinden ve tecrübelerinden biz ne kapabilirsek, o kadar yararlanmak peşindeydik. Türkiye’nin dört köşesinden gelen telefon haberlerini yoğurup, anlamlı gazete yazısı haline getirmekti tüm çabalar.
Aklımda en çok kalan iki hatıradan birisi, iki sokak ötedeki gazete mutfağımızda pişirilen yemekleri kocaman kazanlarla gazete binasına getirişimizdi. Güçlü kuvvetli iki delikanlı, kazanın kollarına geçirilmiş sağlam bir ağaç ile taşırdı yemeklerimizi. Cağaloğlu esnafı, hiç te görmediği bu imeceye hayretle bakar ve gülümserlerdi.
Bir diğer hatıra da, Aydınlık gazetesinin logosu hakkında karar vermekti. AYDINLIK yazısı siyah zemin üzerine sarı harflerle mi yazılacaktı, yoksa kırmızı zemin üzerine sarı harflerle mi? Hâlâ elimde vardır siyah zemin üzerine sarı harflerle yaptığımız deneme sayısı.
Bunları neden hatırladım ve hatırlatma gereğini duydum, şimdi 2021’de? Aydınlık, ilk gününden beri bir fedakarlık anıtı olarak meydana geldi ve bugünlere ulaştı. Üniversitelerimiz daha düzgün eğitim yuvaları haline geldiğinde, eminim ki Aydınlık’ın yayın tecrübesi, İletişim fakültelerinde tez konusu olacaktır. Çünkü, bu çabada hümanizm, vatan sevgisi, halka hizmet, kendini bir davaya adama ve sonsuz keyif alma, adeta mistik bir yaşam şeklindeydi. Yani 800 sene sonra, nasıl Yunus’un kendi “yol”una olan adanmışlığını, hep taşıdığı odunlar ile hatırlıyorsak, Aydınlık için de aynı adanmışlıkla yıllarını halk yolunda ve gerçekler aşkına feda eden arkadaşlarımızı hatırlamak boynumuzun borcudur.
O zamandan bu güne 43 sene geçmiş! Yolda durmak yok, dava en tazeliği ile devamda. Biz de o günlerden beri, türlü kapasitelerle yol eri olmaya çalıştık herkes gibi elbette. Şimdilerde de yazılarımızla, aynen 1978’de öğrendiğimiz ilkeler ve doğrular ışığında bu yola katkıda bulunmaya çalışacağız.
Yazılarımızın belli bir konu çerçevesi olmayacaktır, onu belirtmek isteriz daha ilk günden. Biraz da “her telden” olacak aslında. Çünkü serde müzisyenlik te var ya, sazımızı çalarken tüm tellere vurmak zorundayız. Daha geniş bir armoni ve ses anlamı vermek için, tellerin hepsi titremelidir.
37 senedir yurt dışında yaşamış, 50’ye yakın memlekete defalarca seyahat edip, halklarının yaşamına ortak olmuş biri olarak, bu “evrenselci” bakışımızı, her türlü “milli” meselemizi yorumlarken kullanacağız. Bir devrimci olarak, herkesin “diyalektik materyalizm” dediğimiz felsefi okuldan dem almış olması gerek zaten. Bundan ötürü de, evrende herşeyin birbiri ile sebep-sonuç ilişkisi içinde olduğunu, zaten hayat öğretiyor bize hergün.
Dolayısı ile yazılarımızda müzik, kültür, edebiyat, felsefe, şiir, sufizm, İslam, tarih, mitoloji gibi hayatlarımızın farklı taraflarını yansıtan konuları ele alacağız. Arada bir bunları siyaset ile bağlayıp, aklımız yettiğince birşeyler de önereceğiz.
Eleştiriyi çok severiz. İçinde küfür de taşısa, biz Yunus’un yolunu seçip, küfrü sahibine iade eder ve yolumuza tekrar düşeriz. Ama eğer anlamlı sonuçlar üretmek amacı ile eleştiri olur ise, cevaplamaya gereken zamanı da ayırırız. Sonuç itibarı ile, bu dünya bir han ve biz hepimiz birer yolcuyuz bu Han Duvarları içinde. Ve ünlü Amerikalı mistik düşünür Ram Dass’ın dediği gibi, “biz birbirimize eve doğru eşlik eden yol erleriyiz.” Bu yolda sonsuzluğa kadar kalan hiç olmadı, Gılgamış’tan beri. Veysel’in sözü ile “iki kapılı handa” işte geldik gidiyoruz.
Bugün 28 Kasım 2021. Tam 43 sene önce de 28 Kasım 1978 idi. Bizim de içinde bulunduğumuz o çok güzel ekibin o günkü Aydınlık gazetesinde kullandığı iki başlık, bugünün dünyasını ne de güzel yansıtmış. İleri görüşlülük ve memleket için düşünebilmenin en somut örnekleri:
“Meşhed’de 1 milyon İran’lı yürüdü” ve “Deng Şiago-Ping: Mao olmasaydı, yeni Çin de olmazdı”.
Böyle bir duygu ile bugünkü yazımızı, sevgili Melih Cevdet Anday’ın 19. ölüm yıldönümü olan bugün, şu kısa dizeleri ile bağlayalım ve değerli şairimizi saygı ile analım:
“O gün gelsin neşemiz tazelensin de gör
Dünyayı hele sen bir barış olsun da gör
Seyreyle gülü bülbülü
Çifter aylar gökyüzünde
Her gece ayın ön dördü
Ah günüm yetse görmeye seni
Seni övmeye gücüm yetse
Barış çağı altın çağ
Son ozanı ben olayım bu özlemin
Bu özlem bitse”