Kitap fuarı ya da ben Yılmaz Özdil değilim!
Her yıl rastlarım, bin tür okur var! Fuarda her gördüğünü gerçek okur mu sandın! Kitaplara kendince fiyat biçen var, koca üniversiteler bitirip hayatında hiç roman okumadığını gülerek anlatan var, yayıneviyle kitapçının farkını bilmeyen; dinci dinsiz, sağcı solcu, hatta çok solcu olup kitap çalmayı marifet sayan... Ne ararsan!
Yap ortaya karışık dercesine elli liralık kitap ayarla hocam emri veren, içi geçmiş kimi kadınları adamları büyük romancı sanan, tek tek parmakladığı kitapların konusunu soran; hayatı roman olan, romanını hayat bilerek yazdığı acayip dosyası yayınlansın diye standa baskın veren... Her türden...
Koş vatandaş, batan kültür hayatımızın son nesli bunlar! Arka kapağı okumaktan aciz olan mı ararsın, parayı yorgunluktan bitap düşmüş kitapçının suratına fırlatan mı! Elindeki telefondan aradığı yayınevini bulamayacak kadar şaşkın, usulca yaklaşarak Zort Yayınevi nerede diye soran mı; ayraC isteyen ama özellikle c ile isteyen, bez torba dileyen, berbat hayatını değiştirecek dangalak kitaplar bakınan mı... Ne dedim, ne ararsan!
Nabokov’un, okurken dudaklarını kıpırdatanlar diye andığı bir tür okur (bu tür için yazmadığını söyler beyefendi), bir imza gününde, kitaplarım ortada duruyorken tuvaletin yerini sordu: “Kardeş tuvalet nerede?” İstanbul dışında bir fuar, uçaktan iner inmez fuara gelmişim, henüz tuvalet fırsatım olmamış. Bilmem nerede, diye cevapladım, kızdı. Burada çalışmıyor musun, diye göz belertti. Ben de “hayır çalışmıyorum, yazarım, tuvaleti soracak adam mı bulamadın” demedim. Diyemem ki...
Bin tür okur var ama yazar birkaç tür: İyi var, çöp var. Yaşar Kemal, zamanında bir romancı için şöyle demiş: O, roman yazar doğru ama çocuk romanı yazar! Ben bunca ukalalık etmeyeyim. Üstelik artık herkes romancı, yazar, editör gibi “şeyleri” kolayca olabiliyor, şeklimiz bu artık! Ömrünce ele avuca gelir iki şiir yazamamış adam seçici kurullarda boy gösterebiliyor. Noktalı virgülün kullanım yerlerini ya da yayım-yayın farkını bilmen gereksiz artık. Sakallıysan, onların partisindeysen, yazar masalarında rakı mesain iyiyse, kolay!
Yazarsa birkaç tür: Ünlü, ünsüz. Ünlüsü beter, eskisi gibi değil artık. Bizim kuşaktan var biri mesela. Gözlüklü, komikçi; elimi sürmem; tümden laf salatası, sağdan ama sol soslu küçük Palahniuk. Bir tanesi daha var; onun da çok samimiymiş romanları. Edebiyatta nasıl bir ölçütse samimilik. (Oscar Wilde, tüm kötü eserler biraz samimidir, der.) Yazarlık eğitimi veren bir bey var sonra, roman da yazdı. Okudum, ölüyordum. Kimse söylemez mi bu beylere; olmuyor, boşa uğraşma falan demez mi? Kendi seveceği romanı yazıyormuş! Seveceğin buysa, verdiğin eğitim nasıl acaba!
Ünlü yazar dersen, benim ünlüm Füruzan mesela; iki yıl önceki Tüyap’ta, stantta imzada gördüm. Öyle kalabalıktı ki bulunduğu koridor... Çünkü onun müşterisi değil, okuru var... Tabii o zaman bir hangarı bile olmuyor yazarın. Evet evet, kitap imzalasın diye koca hangarlara kapatılan yazarları anıyor, Server Tanilli’ye geçiyorum buradan. Hocayı tekerlekli sandalyesiyle Adam Yayınları’nın küçücük standına getirirlerdi, biz de peşinde... Öyle kalabalık olurdu ki imza günleri, rahmetlinin akşama dek kolu kopardı.
Yine imzadayım bir gün, bıyıklarından belli, işçi bir amca; o sıcakta bile hep paltoludurlar, çocuğu telefon defterinden kopartılmış yoksul sayfalara liste hazırlamış. Aranarak, o çılgın kalabalıkta, korkuyla soruyor bana: “Ömer Seyfettin var mı?” Ne yapacaksın amca Seyfettin’i dedim. Oğlana, dedi sıkıntıyla, ödev vermişler de okuyacakmış velet. “Hangi öyküyü verdiler amca?” Telefon açtı, soruşturdu, dinledi. Kaşağı, dedi sonra sıkıntıyla. Gel amcacım yanıma, dedim, çay söyledim. Oturdum, anlattım hikâyeyi, yazdı. Teşekkür etti, el sıkıştık. Sonra, sen burada kitap mı satıyorsun evlat, diye sordu. Yok amca dedim, “satışı hayatım boyunca öğrenemedim ben, ben yazıyorum...” Bir kitabımı aldı, yavaşça gözden kayboldu. Biliyorum, okumayacaktı. Belki oğlu...
Güzeli de var. Son fuar, küçük stant, imzadayım. Bir amcadır yine gelip yanımda duran, Yılmaz Özdil’in bunca emekle hazırladığı Mustafa Kemal kitabını sordu. Var amca, yirmi altı lira dedi bizimkiler. Amcadır, soruyor: “Evladım, yirmi beş, olmaz mı?” Bizimkiler ilgileniyor. Az ötede benim kitaplar durmakta. Amcanın gözler de çok iyi değil ihtimal, Yılmaz Özdil bu bey değil mi acaba, diyor bana bakarak, kendi kendine. Güzel yanlış anlaşılma.
Başka bir fuar. İnci Aral ile yan yana imzadayız. Bir iki okur gelip Sıfır’ı inceliyor önümde, beğenmeyip bırakıyorlar. Şahsen utanırım yazarının önünde kitabını domates gibi inceleyip bırakmaktan. Neyse o ara kalabalıklaşıyor stant, özçekimler şu bu; önümüzde duran isim kartlarımız karışmış. İnci Hanım, hava almak için dışarı çıkıyor, tekim. Önümde İnci Aral etiketi. Gencecik bir kız geldi derken. Elinde Aral’ın en güzel kitaplarından, Kıran Resimleri, ilk baskı. Nasıl heyecanlı sevdiği yazarı görecek diye. Karşımda duruyor. Baktı, İnci Aral benim; adını hiç duymadığı Onur Caymaz da yanımda. Anlamaz bakışlarla imzalar mısınız, diye sordu. Emin misiniz, dedim. Biraz daha baktı. Ama siz, dedi; siz İnci Aral değilsiniz. Tabii değilim dedim, ben, ben Yılmaz Özdil... Söyle ey okur, daha ne diyeyim!
Gelecek yıl yine fuarda görüşürüz, ya da görüşmeyiz, ne bileyim!