Kızılcık Dalları aydınlık
Fırsat buldukça yeniden okuduğum romancılardandır Reşat Nuri Güntekin. Hangi romanını sevmedim ki? Hepsi de su gibi okunur, okuyanı alıp götürür. Çalıkuşu uzun yıllar dillerden düşmedi, çok okundu, çok konuşuldu, milyonlara ulaştı... Kavak Yelleri, Miskinler Tekkesi, Son Sığınak, Kızılcık Dalları... Hepsini ayrı tatlar alarak okudum.
Reşat Nuri, Kızılcık Dalları’nı kendisine büyük ün kazandıran Çalıkuşu’ndan on yıl kadar sonra 1932 yılında yazdı. Demek ki epeyce ustalaştığı bir dönemin ürünü... Onun nerdeyse bütün romanlarında insana bakışı, kahramanlarına yaklaşımı aynıdır, anlattığı insanlara alttan alta bir sevgi duyar. Hiçbirini kolay harcamaz, birer insan olduğunu unutmaz, okuruna da unutturmaz. Kızılcık Dalları’nın bir yerinde söylediği “İnsan kalbi kaidesiz bir şeydir” sözü, onun kahramanlarını anlamamızda da bize ışık tutar.
Dostoyevskyi, “Hepimiz Gogol’ün Palto’sundan çıktık” sözüyle kendi kuşağını etkileyen önemli bir yapıta göndermede bulunur. Türk edebiyatında böyle bir yapıttan söz edilmez pek, ancak başta Aşk-ı Memnu olmak üzere etkileri büyük olan yapıtlar elbette bizde de var. Reşat Nuri’nin üzerinde duracağım romanı, diğer pek çok yapıtı gibi Aşk-ı Memnu ya da Eylül türündeki romanlara pek benzemez, onun bu romanlara yakın bir yapıtını anımsamıyorum. Kızılcık Dalları’na daha öncesinden ille de benzer bir roman aramak gerekirse, Refik Halit Karay’ın İstanbul’un Bir Yüzü (1922) gösterilebilir. Bu romanında Refik Halit çeşitli insan portrelerini bir araya getirmiştir, ağırlıklı olarak da bir konak halkı anlatılır. Reşat Nuri de bir konak yaşamından seçtiği insan portreleri üzerine kurar romanını; daha sonraki yıllarda Memduh Şevket Esendal’ın kaleme aldığı Ayaşlı ile Kiracıları (1934) da benzer bir kurguyla, ancak elbette farklı bir anlatımla bir apartmanda yaşayan insanları anlatır. Bu üç romanda da iç ve dış özellikleriyle insan portreleri önemlidir. Her üç romanda da insanlar yüceltilmeden, abartılmadan, oldukları gibi, çok canlı, renkli portreler olarak karşımıza çıkarlar.
Geciken bir trenin istasyonda bekleyenler üzerinde yarattığı gerginliği, kuruntuları anlatarak başlar roman. “Çocuk ağrısı çeker gibi elleriyle hafif hafif kasıklarına basarak” dolaşan Nadide Hanım bu gergin, kuruntulu bekleyişten etkilenenlerden biridir. Vehmini, korkularını cesaret gösterileriyle örtmeye çalışan Nadide Hanım, roman ilerledikçe canlı, inandırıcı, hoş gözlemlerle gerçek bir konak hanımefendisi olarak canlanır gözlerimizde. Aynı istasyonda Yorganlı lakabını takıverdikleri yanında iki yeğeniyle dolaşan zavallı bir köylü de konuşmalarıyla herkesin ilgisini çeker. Gideceği yere kadar değil de, parasının yettiği yere kadar bilet aldığını saklamayan bu adam bir anda oradakilerin eğlencesi olur. Şakalar, alaylı sözler, laf atmalar arasında Yorganlı’nın yanında dolaştırdığı iki çocuktan Gülsüm’ün kaderi değişir, Nadide Hanım onu konağa evlatlık alır. Kızcağız kendini zengin bir yaşam içinde bulsa da köklerinden ayrılması, özellikle kardeşi İsmail’den kopması kolay olmayacaktır. Çok zor, sıkıntılı geçen uyum dönemini güzel anlatır Reşat Nuri, hem neresini güzel anlatmaz ki!.. Kızın konağa verilişi, birinin “aldım” ötekinin “verdim” demesi gibi kısa sürmez; evlatlık konusunda deneyimli konak ortamında çocuğu aldatmanın, kandırmanın yolları aranarak ince planlar yapılır; kızcağız uyurken sabahleyin erkenden Yorganlı (amca) kardeşi İsmail’i de alıp kaçıverirler. Ve sizin de okur olarak burun direğinizde ilk sızı başlar. Dokuz yaşında zengin konağına böyle bırakılan Gülsüm acıklı bir masalın gerçek kahramanı olacaktır.
Kim bilir hangi yetimhaneye verilecek olan kardeşi İsmail’i bir türlü unutamaz; kimi, neyi görse, İsmail’i hatırlar; yağmur yağsa, rüzgâr esse İsmail’i düşünür; biriktirdiği paraları da ona gönderecektir. Okuma yazmayı öğrenip mektup da yazacaktır. Okurken içinizi sızlatan bir kardeş özlemi... Konaktaki küçük hırsızlıkları bile kardeşi için yapar. Yalancı büyükler rüyalarını anlatırlar İsmail’i görmüşler gibi, böyle eğlenceye dönüşür onun kardeş sevgisi/özlemi. Ah, bir de kendisi görse ya rüyasında!.. İçiniz bir kez, bir kez daha sızlar... Konaktakiler küçük çocukları Bülent’i sevmesi, ona dadılık etmesi için İsmail’i unutması gerektiğini bilirler, Gülsüm’ü kardeşinin öldüğü yalanına inandırırlar. Yani küçük kızın kardeş sevgisi planlarla, yalanlarla çalınır, Bülent’e verilir.
Lala Tahir Ağa’da kendi toprağından bir şeyler bulur Gülsüm, konakta en çok onu sever. Lala’nın odasında gizli bir dükkânı vardır sanki, gidiş gelişleri azaltmak için kibrit, sigara, kahve, kâğıt, zarf gibi şeyleri önceden alıp saklar, dışarıdan almış gibi getirir, bundan küçük de bir kazanç sağlar. Böyle ilginç, renkli tipler, eski konaklarla birlikte yok olup giden geçmiş zaman insanları çok canlı, renkli, hoş gözlemlerle anlatılır.
Gülsüm’ün asıl görevi Bülent’e dadılık etmek ise de konakta herkes ondan bir türlü yararlanır. Sırtını ovduran Nevnihal Kalfa istihbarat işlerinde kullanır; dedikodu getirmesini bekleyenler olur; sigara içen evin kızı Seniye başkasından sigara aşırmasını ister. Gizli buluşan genç âşıkların suç ortağıdır bazen. Kızılcık Dalları’nda Reşat Nuri, eski konak yaşamı içinde bir evlatlığın öyküsünü anlatırken, küçük bir çocuktan büyük bir roman kahramanı yaratmıştır.
Nurullah Ataç, yazı diline konuşma dilinin “sesini, soluğunu, sıcaklığını katmaktan” söz eder kendi kuşağının yazarlarından söz ederken. Bu yazı anlayışını başlatanlardan biri de Reşat Nuri Güntekin’dir. “Yüzünü çatmak”, “baş koşmak”, “gülücülük”, “lop yanaklar”, “yalan yalan üstüne dökmek”, “vakitsiz vakitte”, “tüyü düzelmek”, “yarım pabuçlu”, “çiçeğe tutulmak”, “canı cana ölçmek”, “yüz götürmek”, “iyiliğe dönmek”, “kaykınmak” gibi konuşma dilinin ihmal edilmiş sözleri, onun anlatımını halk diline yaklaştırırken, bu büyük yazarın ne kadar halka yakın olduğunu da gösterir bize.
(Reşat Nuri Güntekin, Kızılcık Dalları, İnkılap ve Aka, İstanbul 1976.)