Klasiklere dönmek
Son zamanlarda yayın dünyasında klasiklere dönüş başladı. Sadeleştirmeler gerçekten iyi yapılıyor mu, bu ayrı bir inceleme konusu. Ben asıllarını okumayı yeğliyorum. Kitapların sonuna sözlük koyarak asıllarını unutturmamak sanki en doğrusu geliyor bana.
Yeni yazarlarla başlamışsanız okumaya; örneğin, daha başta bir Aziz Nesin, Fakir Baykurt ya da Orhan Kemal okuru olduysanız ya da ne bileyim Yaşar Kemal’le sevmişseniz edebiyatı, klasiklere alışmanız biraz zor olur. Bu konuda bir yol göstericiye, bir desteğe gereksinme duyabilirsiniz.
Ben bu desteği edebiyat öğrenimi gördüğüm fakültede sayısı çok az diyebileceğim bir iki öğretim üyesinden gördüm.
Profesör Dr. Gündüz Akıncı’ydı bu hocalarımızdan biri.
Dr. sanını özellikle yazdım, çünkü o yıllarda doktorası olmayan profesörler de vardı.
Gündüz Akıncı şairdi aynı zamanda, araştırmalarını çok usta bir denemeci gibi yazardı, ne yazarsa yazsın o kendine özgü dilini görürdünüz.
Türk Romanında Köye Doğru adlı araştırmasının başında roman üzerine birtakım çağrışımlara kapı açarak girer konuya: Roman sözünün Roma’dan geldiğini, yazı dili olan Latinceden sonra Roma çevresinde 14. yüzyılda halk diliyle yazılmış hikâyelerin romanın çıkış yeri olduğunu anlarız hocamızın yazdıklarından.
Roman kavramı yüzyıllarla gelişip günümüzde kişi ve toplumun varlığını yankılatan ayrı bir evren anlamını kazanmıştır.
Evet, romancı ayrı bir “evren” kurar. Hocamız altmış yıl önce söylemişti bunu.
Roman bizde Batı’ya göre daha yeni bir türdür, ilk örnekleri Tanzimat döneminde yazıldı.
1839 reformlarıyla Osmanlı toplumu önemli yenilikler, değişmeler yaşarken, edebiyatımız başta roman olmak üzere yeni türlerle tanıştı.
Roman ve tiyatronun edebiyatımıza neden geç girdiğini bu türlerin ilk örnekleriyle birlikte ortaya çıkan tartışmalardan anlıyoruz. Aydınlanmanın gerçekleşmediği bir toplum Osmanlı toplumu, özellikle bu iki türe “genel ahlak” açısından kuşkuyla bakılmıştır. Bu dönemde roman üzerine yazılan yazıların çoğu konuyu “ahlak” açısından irdeler.
Bu yazılardan birini Şark dergisinde (1880) Ahmet Mithat Efendi yazmıştır. “Roman ve hikâyeler genel ahlak açısından zararlı mıdır, faydalı mıdır?” sorusuyla başladığı yazısında romandan ne anlamak gerektiğini açıklar önce: Herkesi az çok bir romanın kişilerinden sayar. Kendi özel yaşayışımız içinde az çok birtakım romanlar geçtiğini söyler. Yani hayatta, hayatımızda, yaşadığımız zamanda neler varsa, romanda da onlar vardır.
Okurlarına yaşadığınız hayatı kurgular roman demek istiyor. Yani romandan öğrendiklerinizin zarar ve kazançları hayattan öğrendiklerinizin zarar ve kazançları gibidir.
Daha açık söylemek gerekirse, hayata, hayatınıza bakmayı ahlaksızlık olarak görmeyin demek istiyor üstat.
Divan edebiyatının Leyla vü Mecnun, Hüsrevü Şirin vb. mesnevileri, halk edebiyatının Kerem ile Aslı, Arzu ile Kamber vb. öyküleriyle roman türü arasında uzaktan birtakım benzerlikler kurulsa da, bizde batılı anlamda ilk romanlar Tanzimat döneminde başladı.
İlk roman çevirilerinin de “ailenizin romanı” diyebileceğimiz, çoluk çocuk herkesin topluca okuyabileceği romanlardan seçilmesi de gene bu “ahlak” kaygısından ileri gelir.
Bizim ilk romanlarımızda ne çok acemilikler görürsünüz bu gün.
Edebiyatımızda bu acemilikleri geride bırakan, roman türünün iyice oturduğu, yerleştiği ilk romanlardandır Aşk-ı Memnu.
Klasik romanımız içinde onun apayrı bir yeri vardır.
Roman bizde “ahlak” kaygısıyla gecikirken, tartışılırken, Aşk-ı Memnu’da toplumun gene ahlak açısından duyarlı olduğu bir konu ele alınır, yasak bir aşk hikâyesi anlatılır.
Romanın ahlaka aykırı görüldüğü bir dönemde Halit Ziya böyle bir konuyla adeta bir tabunun üstüne gitmiş, toplum baskısına aldırmayarak romanını bildiği gibi yazmıştır.
Okuma önerisi: Mehmet Rauf, Eylül (hazırlayan: Mavisel Yener) Bilgi Yayınevi, Ankara 2018.