Kokand’ın Çay ardı Ressamı
Özbekistan’da Kokand Hunarmandcılık Festivali’ndeki son günümüzde uluslararası zanaatçıların muhteşem el işleriyle vedalaşma zamanı geliyor. Akşam hava kararmak üzere ve festival alanını terk edip ara sokaklardan otelimize doğru ilerliyoruz. Bir sokağın köşesini döndüğümüzde, nefis bir samsa kokusu geliyor burnumuza. Samsa, Orta Asya’nın geleneksel tandırda yapılan etli, bazen sebzeli hamur işi yemeğinin adı. Acıktık mı ne, koku kendisine doğru mıknatıs gibi çekiyor. İştah kabartıcı kokular, bizi iki derenin arasında sıkışıp kalmış küçük bir adacıktaki tek katlı binaya doğru yönlendiriyor. Burayı, ait olduğu coğrafyaya, “nehrin ardı” ya da “iki nehir arası” demek olan Mâverâünnehir’e benzetiyorum.
Amu Derya (Ceyhun) ve Siriderya (Seyhun) arasındaki bölgenin adı olan Mâverâünnehir’in, bu coğrafyadaki tarihsel ve kültürel önemi çok büyük. Aynı zamanda, İpek Yolu’nun ana hattı olan bu bölge zengin kültürleriyle ünlü; Grek-Baktirya, Part, Kuşan, Sasani, Afrasiyap, Göktürk, Soğd, Emevi, Abbasi, Karahanlı, Selçuklu, Timurlu vb birçok uygarlığa ev sahipliği yapmış. Ortaçağ İslam uygarlığının en önemli iki merkezi olan Semerkant ve Buhara da bir zamanlar bu bölgenin kültür merkezleriydi. Araştırmacı Frederick Starr, bu coğrafyada 9. yüzyıl ile 15. yüzyıl arasına tarihlenen dönemi “Kayıp Aydınlanma” olarak tanımlıyor. O dönemde, Maveraünnehir’de birçok ünlü bilim ve kültür insanı yetişmiş. Herkese açık entelektüel ve felsefi ortamın olduğu “Kayıp Aydınlanma” döneminde, sanatçılar ve bilim adamları çağa damgasını vuran önemli eserler üretmiş. Bu bilim adamlarından ikisinin tartışması hayli ilginçtir. Harezmli Biruni ve Buharalı İbni Sina posta güvercinleriyle felsefe tartışmalarına girerler. Genelde “bu ne cüret…” diye başlayan mektuplarındaki tartışmalar, sonunda “filozof husumeti”ne dönüşür. Starr: “Mektuplar öyle uzun ve ağırdı ki zavallı güvercinler taşıyamazdı” diyor. Ağırdır elbette, koca Biruni ve İbni Sina “yıldızların arasında başka bir güneş sistemi var mı, yoksa kâinatta yalnız mıyız” diye tartışırsa, o mektupları kartallar bile taşıyamaz.
MÂVERÂÜNNEHİR’DEN ÇAY ARDI’NA
Kaşgarlı Mahmut da Divanu Lügati’t-Türk’te Mâverâünnehir’den bahsetmiş ve bu bölgeye “Çay Ardı” demiş. Kaşgarlı Maveraünnehir’i tanımlarken, sanki samsa kokularının geldiği iki dere arasındaki küçük adayı da tarif etmiş. Dere diyorum, ama bu akarsu küçük olduğu için ‘çay’ demek daha doğru. Böylece, samsacının yeri de imgemde “Çay Ardı”na dönüşüyor. Küçük adacığa girince burasının aynı zamanda bir çay bahçesi olduğunu anlıyoruz. Bu nedenle de, burası bir “çay ardı”. Köprüden geçip, biraz ileride derenin üzerine kurulmuş çardağa yöneliyoruz. Çardaktaki sedire bağdaş kurup oturuyoruz ve çaycıdan samsa istiyoruz. Çaycı samsanın sabah için yeni hazırlanmaya başladığını, çay getirebileceğini söylüyor. Madem oturduk, Özbekler’in açık çayını içtikten sonra yolumuza koyulmaya karar veriyoruz. Özbekler bizimkine benzer çaya “kara çay” diyor, ama çay bizimkine göre “demsiz”. Birlikte dolaştığımız ebru ustası Atilla Can’la sohbete başlıyoruz. Bugün ebru sanatında yenilikçi akımın temsilcilerinden olan Atilla Can, beş yıl geleneksel usta - çırak yöntemiyle ders aldıktan sonra bu sanata başlıyor. Çaylarımızı içerken; Atilla Can, geleneksel sanatlarımızdan ebru sanatının ‘’İnsanlığın Somut Olmayan Kültürel Mirası Listesi’’ne alınması için verdiği altı yıllık mücadelesini anlatıyor. Onun 2014 tarihinde başlayan mücadelesi, sonunda 2019 yılında başarılı oluyor ve Ebru sanatımız UNESCO’nun “Dünya Somut Olmayan Kültürel Miras Listesi”ne giriyor.
HER ŞEY RESİM İÇİN
Uzun sohbet sonrası hesabı ödeyip kalkmak istiyoruz, ancak çaycı ortada yok. Mihmandarımız Babürcan hesabı ödemek için çaycının binasına gidiyor, çok geçmeden dönüyor: “Çaycı ortada yok. Ama içeride atölye var, meğer çaycı resim yapıyormuş” diyor. Şaşırıyorum: “Buraya Maveraünnehir benzetmesini espiri olsun diye yaptım, ama bu ‘çay ardı’ da kültür merkeziymiş meğerse” diye düşünüyorum. Hep birlikte binaya gidiyoruz, gerçekten burası bir atölye ve resim yapılıyor. Resimler naif, ancak kendine has konuları ve tarzı var. Orta Asya olunca at konulu resim olmadan olmuyor, atları bozkır manzaraları takip ediyor. Resimlerin birkaçı duvarda asılı, diğerleri sandalyelerin, sehpaların üzerinde eğreti olarak sergilenmiş. Atilla ustayla resimleri inceleyip yorumlarken, çaycı içeri giriyor. Az önce çay içen müşterilerinin resimlerin başına geçmiş yorum yaptığını görünce, o da şaşırıyor. Bizimle sohbete başlıyor; alaylıymış, küçükten beri resme tutkuluymuş. Çaydı, samsaydı derken kazandığı paraları boyalara, fırçalara yatırmış. Zaman zaman resimlerini satın alan olunca, gidip resim malzemesi alıyormuş. Çevresindeki mahalleliden teklif gelmiş, çocuklarına resim dersi versin diye. Gözleri parıldayarak: “Yarın derslere başlıyorum” diyor. “Dersi paralı mı vereceksin?” diye soruyorum, “Olur mu, resmi sevsinler yeter” diyor. Gözüm palet gibi kullandığı masaya kayıyor. Masanın üzeri garip renkli ve dokulu boya katmanıyla kaplı, üzerinde hiç görmediğim markada ve şişelerde boyalar var. Boyaların renk çeşidi oldukça kısıtlı ve bu, tablolarındaki renk yelpazesinin neden az olduğunu açıklıyor. Boyalar garip bir kimyasal kokuyor, ressamına isyan etmiş, hangi kıldan yapıldığı belli olmayan fırçaların uçları darmadağınık. Fırça kabının hemen yanında artık kullanılmaz halde gelmiş bir ıspatula var. Herhalde üzeri donmuş boyayla karışık kumu masadan kazımaya çalışırken yamulmuş. Atölyeye gelince, kendisinin yaptığı belli olan demirden şövalenin önünde uzun bir oturak ve üzerinde dokumalı yaygı var. “Böyle bir konforu sağladığına göre, sabaha kadar çalışıyor olmalı” diye düşünüyorum. Hemen köşede yatak olduğunu düşündüğüm bir sedir var, resim yapmaktan yorulduğunda, hemen kıvrılıp yatması için olsa gerek. Sonra kalkacak, resmin son haline bir göz attıktan sonra, sabah kahvaltısı için gelen müşterilere çay ve samsa servisine başlayacak. Atölyeye ve resim tutkusuna bakınca içimi tuhaf bir duygu kaplıyor. Gitme vakti geliyor, çay parasını vermek istiyoruz, almıyor. Israr ediyoruz: “ama bu çok fazla” diyor ve yine almıyor. “Bu para zaten çay için değil, boya içindi” diyoruz. Yüzüne bir gülümseme yayılıyor ve bu sefer parayı alıyor. Dışarı çıkıyoruz, yine samsa kokusu kaplıyor etrafımızı ve atölyeli “çay ardı” gözden kayboluncaya kadar da bizi takip ediyor.