23 Aralık 2024 Pazartesi
İstanbul
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Mersin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

KOVİD-19 nerede bu sivil toplumculuk

Ferdi Tanhan

Ferdi Tanhan

Site Yazarı

A+ A-

İnsan Hakları Derneklerinin nerede olduğunu bilen var mı, Avrupa’nın o ünlü yardım kuruluşlarının neden hiç sesi çıkmıyor? Suriye’deki sözde katliamlara karşı “yardım” görüntüsü altında “insanlık” timsali olan Beyaz Baretliler neden İtalya’ya yardıma koşmuyor? Ülkemizde niye hiç kimse milyonlarca liralık fonlarla beslenen, hümanizm maskesiyle topraklarımızda cirit atan sivil toplum kuruluşlarından medet ummuyor?

Dünya’da COVID-19 salgınından daha hızlı yayılan bir şey varsa o da demokrasi havarisi ve küreselleşmenin misyonerleri olan NGO’lardı. Nerede bir “insani yardım” malzemesi taşınsa, onların şefkatli omuzları görevlerinin başındaydı. Diyelim bu kez demokrasi götürecekleri Irak, İran ve Suriye’ye yetişemediler. Demokrasinin beşiği olan ve şu an virüsten kırılan İtalya, Fransa, İngiltere için de mi yapacak hiçbir şeyleri yoktu? Batıcı “Sivil” kuruluş, merkez, dernek ve vakıflara ne oldu?

NGO’LARI ARIYORUM GÖZLERİM KAPALI

NGO’ların nerede olduğunu bulmamız lazım. Ne yapacaksın demeyin hiç değilse şu neoliberallerimizin ağıtlarını dindiririz. İnternete giriyoruz, başta NGO’ların manşetlerden düşmediği gazeteler, haber ve resmi internet siteleri olmak üzere her yeri tarıyoruz. Açıklama yapan, omzunda “insani yardım“ malzemesi taşıyan bir tane NGO bulamıyoruz. Bütün kanallarda devlet başkanları, yetkililer, bilim adamları ve resmi görevliler. Sivil namına bulabildiğimiz tek şey haberleri sunan gazeteciler. Tek bir yardım çağrısı yok, şifa niyetine en ufak bir işin köşesinden tutan tek bir sivil toplum kuruluşu bulamıyoruz.

ABD’de virüsün çok hızlı yayıldığına dair haberlere denk geliyoruz. Aklımızda şimşekler çakıyor. Tabii ya nerede olacaklar, hepsi bütün malzemelerini, personellerini, maaşlı elemanlarını toplayıp ABD’yi kurtarmaya gitmiştir diye düşünüyoruz. ABD’de de bulunan bir arkadaşımı arayarak soruyorum. Allah aşkına söyle NGO’lar orada mı? Cevap, olumsuz. NGO’lar gerçekten ortada yok. Artık Neoliberal ağıtlara yapacak pek bir şey kalmadı. Biz bu yok oluşun sonuçlarıyla ilgilenelim.

NGO NEDİR, YOK OLMASI YA DA ZAYIFLAMASI NEDEN ÖNEMLİDİR?

Hükümet Dışı Organizasyonlar olarak Türkçe’ye çevirebileceğimiz NGO’lar “Yeni Dünya Düzeni” denilen sürecin örgüt biçimidir. Biz onlara Türkiye’de daha çok sivil toplum kuruluşu diyoruz. Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının ardından, ABD’nin tek başına egemen olduğu dünyanın bir ihtiyacı ve ürünü olarak ortaya çıkmıştır. NGO’ların dayandığı ideolojiye göre tarihin sonu gelmiştir. Artık sınıf savaşları bitmiştir. Her türlü kötülüğün kaynağı devlet ve iktidardır, her türlü iyilik ve gelişme ise sivil toplumcu girişimlerden gelecektir. Örneğin, onlara göre Erzurum Pazaryolu’nda çiftçilik yapan ve yaş kısıtlamasından dolayı evinde kalan amcamızın tarlasını sürerek ekime hazır hale getiren Jandarma militaristtir, insan ve özgürlük düşmanıdır.

Bu hurafelerin amacı COVİD-19 salgınından çok daha önce biliniyordu. “Yeni Dünya Düzeni” denilen süreç çoktan eskimiştir ve çatırdamaktadır. Dolayısıyla böyle bir düzenin kurulmasını sağlayan, kolaylaştıran silahların ve örgüt biçimlerinin de zayıflaması kaçınılmazdır. Virüs salgını sadece bir tetikleyicidir. Zaten çürümüş ve çökmüş olan “Tek Kutuplu Dünya”nın örgütlenme biçimi tarihe karışmaktadır. Zira COVID-19 salgınına karşı batının tek dişi kalmış misyonerleri kafalarını çıkarmamıştır. Batı’yı insan hakları ve özgürlüklerin kabesi olarak görenler hüsrana uğramıştır. Şimdi orada sürü “bağışıklığı” yani “altta kalanın canı çıksın”, “ölen ölür kalan sağlar bizimdir” özgürlüğü gündemdedir.

“KRİZ BÖLGESİ” EMPERYALİZMİN GÖBEĞİ

Bilindiği üzere ABD’nin tek başına egemen olduğu Dünya yalnızca bir ekonomik programla değil ondan çok daha önemlisi bir siyasal programla kurulmaya çalışıldı. Küreselleşme olarak adlandırılan bu programa göre ulusal piyasalar kapitalist dünya pazarlarına açılmalıydı. Dolayısıyla ulus devletler yıkılmalı, devletin ekonomideki, toplumsal hayattaki ve yönetimdeki her türlü ağırlığı yok edilmeliydi. Ulus devletleri yıkmanın yolu ise önce kamuya dayanan halkçı ekonomiyi parçalamak sonra da ulusal kültürü, milli bilinci ve halkın devrimci örgütlenme yöntemlerini yok etmekten geçmekteydi.

Ulusal Devleti parçalamak için toplumu bir arada tutan milliyetçilik ve vatanseverlik yerini bireyciliğe ve bencilliğe bırakmalıydı. Kamu çıkarına karşı özel çıkarın, üretimin esas olduğu sisteme karşı Dünya tefeciliğinin ve para spekülasyonlarının hakim olması şarttı. Bu sistemi sürdürebilmenin yegane koşulu sistemin meşruluğunu sağlayacak, insanları esas çelişkiler ile değil yan meselelerle oyalayacak ve ezilen dünyada daha bir takım kirli işlere imza atacak “sivil şebekenin” yaratılmasıydı.

Bunun için emperyalist merkezlerde kurulan NGO’lar ezilen dünyaya doğru salgından çok daha hızlı bir yayılma göstermişti. Doğal afetlerde, savaşlarda, terör saldırılarında kısaca emperyalistlerin çıkarı olan her türlü “kriz bölgesinde” bu örgütlerin faaliyetleri “insani yardım” şeklinde maskelenmekteydi. Getirdikleri ilaçlar zehirdi. Yardım kutularında ihanet gizliydi. Amerika Irak’ı işgal eder, bu sivil toplum kuruluşları yaraları sarmaya giderdi. Emperyalizm, Suriye ve Afganistan’ı kana bular insan hakları temsilcileri, ünlü Hollywood yıldızları eşliğinde şefkatin ve merhametin batıdan doğuya doğru yayıldığını gösterirdi.

Küreselleşmenin misyonerleri olan bu sivil toplum kuruluşlarının COVID-19’a karşı verilen küresel mücadelede ise esameleri okunmuyor. Salgın Sivil Toplumcu iklimin “insani” olan her şeye yabancı olduğunu bir kez daha ortaya çıkardı.

Emperyalist merkezlerin, toplanacak istihbarat malzemeleriyle, yardım diye götürülen silahlar, ajanlar ve ihanet şebekeleriyle uğraşacak takati yok. Bu yüzden yıllardır büyütüp besletilen “insan hakları savunucularının” makyajı aktı. Ancak Sivil Toplumculuğun bazı kalıntılarının hala sürdüğünü görmek mümkün.

SİVİL TOPLUMCULUĞUN KALINTILARI

Sivil Toplumcuların örgütleri ortada olmayabilir, ancak o örgütlerden kalan artıklar bu propagandayı sürdürmeye devam ediyor. Onlar bilime değil, hurafeye, devlete güvene değil itaatsizliğe, disipline değil başıbozukluk olarak anladıkları “özgürlüğe”, kamu yararına değil özel çıkara, iyimserliğe değil karamsarlığa yaslanıyorlar.. Kalpleri insanlığın sorunlarının çözülmesi için atmıyor. Felaket tellallığı yaparak mesailerini sürdürüyorlar.

Çok küçük bir aydın tabakasının yaptığı insanları paniğe sürükleyen, bilim kuruluna güvensizlik aşılayan, devlete düşmanlık yapan, ben bilirimci ve hiçbir şeyden memnun olmayan açıklamaların sadece bir tane örneği yok. Sosyal Medya Sivil Toplumculuğun harabesi adeta. Onlara kimsenin itibar etmemesi ve bu türden yapılan faaliyetlere bütün dünyanın duyduğu öfke de ortaya çıkmamalarının bir nedeni olabilir mi?

Harabe demişken, Türk Tabipler Birliği’den bahsetmeden olmaz. NGO’culuk Türkiye’nin meslek odalarını nasıl Türkiye’yi teslim almak isteyenlerin aleti haline getiriyor? Nasıl eritiyor ve bitiriyor? Doktorlarımız kahramanca çalışıyor. TTB ise devlete ve topluma yardımcı olacak hiçbir çabanın içinde değil. Virüsün görülmesinden sonra beş gün geçiyor ve bir açıklama geliyor. Başkan Sinan Adıyaman: “Hasta sayısının bize belirtilen 18 kişiden çok daha fazla olduğuna dair duyum alıyoruz.” Aldığı duyum, ilgilendiği konunun virüs olmadığını gösteriyor. Salgına, TSK’nın PKK’ya karşı yaptığı operasyonları lanetleyen bir bildiri üzerinde çalışırken yakalanmış olabilirler. Bu örnek NGO’ların neden ortada gözükmediğine ilişkin sorumuza cevap veriyor sanki. Konuştukça daha çok batacaklarını biliyorlar, galiba.

MİLLETTEN ZIRNIK ESİRGEYENLER

Bu yazıya son şeklini verdiğimiz sırada, Sivil Toplumculuğun sadaka ve “insani yardımına” ulus devlet “milli dayanışma” kültürüyle meydan okudu. Dayanışmak, dilencilik değildir. Bütün bir toplumu harekete geçirmek için zor zamanlarda bütün bir milletten fedakarlık istenir. Olan ve olmayan her şey paylaşılır. Mutluluk kaynağıdır ve güçsüzlüğün değil kuvvetin en önemli göstergesidir. Kurtuluş Savaşımız bu açıdan bir dayanışma destanıdır. Cumhurbaşkanlığımızın başlattığı Milli Dayanışma Kampanyası bütün bir milletimizi birleştirirken bir takım Sivil Toplumcu artığı ise “zırnık yok” diyerek aslında kendilerini karantina altına aldıklarını gösterdiler. Ama virüse değil, millete karşı! Devlet düşmanlığının vardığı nokta ihtiyaç duyanlarla zırnığı bile paylaşmama vefasızlığıdır. Kadir bilmezler, vefa bilmezler, vatan ve milleti düşünmezler, tek dertleri kör düşmanlıktır.

BİRLEŞEN İNSANLIK

Virüsün, ilk ortaya çıktığı günlerde kalbini emperyalizme kiraya verenler Çin’de yayılan belayı fırsat bilip, ellerini ovuşturuyorlardı. Sivil Toplumcu Batıdan yayılan ırkçı, ayrımcı ve pragmatist görüşler insanlığa virüsten daha çok zarar veriyordu. Çin, “otoriter, baskıcı, özgürlük düşmanı” gibi sıfatlarla nitelendiriliyordu. İşareti virüse ‘Çin Virüsü’ diyen Trump vermişti.

Oysa “Yarısı burdaysa kalbimin yarısı Çin’dedir, doktor. Sarı nehre doğru akan ordunun içindedir.” diyen Nazım Hikmetler Avrasya’daydı. Virüs belası insanlığı onun dizelerindeki gibi birleştirmiştir. Bu birleşmenin mimarı küreselleşmenin havarisi olan NGO’lar değil, ulus devletlerdir. NATO’ya haberler salınmıştır, AB’ye dilekçeler yazılmıştır ancak yardım seslerine cevap veren yoktur. Çin, Rusya gibi Asya ülkelerinin virüse karşı başlattığı insanlık kampanyası ise gözlerimizin önündedir. Enternasyonalizm emperyalizme ve neoliberalizme direnen ulus devletlerin ellerinde yükselmektedir. Kürselleşmenin yaydığı ırkçılık değil, Avrasya’da ayağa kalkan insanlık yayılmaktadır.

İNSANLIĞIN DİRENME MEVZİSİ

Hükümet dışı organizasyonları (NGO) kutsayan toplumların virüs belası karşısında iki ellerini havaya kaldırarak teslim oldukları ortadadır. İnsanlık, emperyalist sistemin özel çıkarcı anlayışına karşı ulus devletlerin disiplinli, halkçı ve devletçi politikalarıyla direnmektedir. Virüse karşı direnmenin tek yolu sivil topluma değil devlete sarılmaktır. Virüse karşı toplumsal dayanışma ve yardımlaşmanın merkezi de gelişen dünyada emperyalizme karşı mücadele eden ülkelerdir. Ulus devletler, insanlığın her türlü sorununa ve felakete karşı direnme mevzisidir. Sivil toplum, sivil toplum diye çığırtkanlık yapan kuruluşların ortadan kaybolması normaldir. Herkes anlamıştır ki çağımızda insanı ve insanlığı yaşatan, devlettir.

İNSANLIĞIN GELEEĞİ

Hiçbir şey yoktan var olamaz, vardan da yok olamaz. Bu doğa yasası toplumsal süreçleri açıklamak için de geçerlidir. Emperyalist merkezler devletçi olmamıştır, sivil toplumculuk tamamen bitmemiştir. Olan şudur: Sivil Toplumculuk yükselen yeni uygarlık karşısında yenilmektedir. Bu yenilginin bozguna dönüşmesi için henüz vakit vardır. Sivil Toplumculuğun virüs salgını sürecinde yaptıkları, yapamadıkları ve kalıntıları geleceğin dünyasının hangi doğrultuda geliştiğine dair ipuçları vermektedir:

1- Sivil Toplumcu ideolojinin yarattığı Turuncu Devrimler dönemi bitmiştir. Milli Demokratik Devrimler 3. büyük atağını yapacaktır.

2- İdeolojik düzlemde, insan hakları, çok kimlilik, demokrasi, özgürlük gibi kavramlarla milliyet, din ve mezhep farklılıklarını derinleştiren, çatışmalar ve bölünmeler yaratan kişi ve kuruluşlar insanlığın geleceğinden silinecektir. Milliyetçilik çağımızın en önemli gerçeği olarak yaşayacak ve ulusların uyum içinde yaşadığı bir dünyanın anahtarı olacaktır.

3- Ekonomik düzlemde, Sivil Toplumculuğun dayanağı olan Özel Çıkar sistemi çökmüştür. Salgından sonra kamu önderliğiyle özel teşebbüsün insan odaklı birleşimi (Atatürk Modeli) hakim ekonomik yapı olacaktır.

4- Toplumun örgütlenmesi düzleminde, devlet düşmanlığının merkezi olan, toplumu bölmeye yarayan, “insani yardım” masallarıyla ezilen uluslara ihanet ve terör taşıyan Sivil Toplum Kuruluşları(NGO) sistemin çöküşüyle birlikte dağılacaktır. Onların yerine devletin örgütlenmesini kolaylaştıran, devlet ve toplum birlikteliğini sağlayan Demokratik Kitle Örgütleri ve Halk Meclisleri yükselecektir.

5- Kamusal hayat düzleminde, sosyal fonksiyonları ve dayanışma faaliyetlerini üstlenerek Ulus Devleti güçsüzleştiren yapıların etkisi kırılmıştır. Devlet disiplini, etkisi ve sorumluluğu her yerde, her alanda yükselecektir.

6- Felsefi düzlemde, insanı merkeze almayan anlayışların dünyanın geleceğinde bir hükmü olmadığı anlaşılmıştır. Batı kültürü ve hayat tarzıyla da çürümüştür. İnsanlık, emperyalizmin yarattığı yabancılaşmaya, bireyciliğe ve insanlıktan kopmaya karşı paylaşmacı bir kültüre yürüyecektir.

7- Siyasal düzlemde emperyalizme boyun eğme çağrılarına, kuyrukçulaşmaya, kör düşmanlığa, düzene ayak uydurmaya, ilkesizliğe, bölücülüğe, yardakçılığa ve sorumsuzluğa karşı Kemalist Devrimi tamamlama (Özü aynı kalarak her ülkenin kendi Kemalist Devrimi) mücadelesi bütün dünya için yeniden gündeme gelecektir.

ABD