Kültür ve Turizm Bakanlığı’na Çağrı 'Memleket Edebiyatı': (1)
Hikmet Birand’ın Anadolu Manzaraları, Alıç Ağacı ile Sohbetler’i başucu kitaplarımdandır. Bunlara her döndüğümde, yurdumuzun birçok köşesine yolculuğa çıkarım.
Hacim olarak öyle kapsamlı olmasalar da, duygu/düşünce yoğunluğu benzersiz bu kitapların bendeki imgesini birçok dostumla paylaştığım gibi, çok kez de yazmışımdır.
Birand’ın yazdıklarında çekici olan, yurt parçasının her adımında doğanın ne denli önemlice bir yer tuttuğudur.
Yazarımız bunu öylesine etkili biçimde kaleme alır ki, döne döne okuduğunuz gibi, bir an o evrenin içinde yaşamak duygusuna kapılırsınız.
Bir yerin anlamı kadar, aidiyet duygusunun tanınması/tanımlanmasında bu türden kitapların yararına inanırım.
Her şeyin çözüldüğü, değerlerin altüst olduğu bir dünyada, yurtseverlik duygusunun çok daha gerekli olduğunu kimseyle tartışmam bile.
Bu duygu ki, bizlerin varoluşunun anlamıdır. Dilin, kültürün geçtiği bütün ırmaklar yerin anlamıyla değer kazanır.
Geçen gün, İspanyol yönetmen Carlos Saura’nın Buńuel ve Süleyman’ın Masası filmini yeniden DVD’den izlerken, bu duygunun izlerinden yürüdüm gene.
Yurdunun üç asi rengini filminde buluşturan Saura, bir yerin anlamının gerçekliğini öylesine derinden yansıtıyordu ki, ondaki aidiyet duygusunun izlerine tutulu kalıyordunuz.
Önce İspanyol, sonra dünya yurttaşı bir sanatçının anlattıklarıyla yol alırken, yaşadığınız yerin değerlerine dönmeniz kaçınılmaz.
Edebiyatımızın yeniden biçimlenme dönemi, yani Cumhuriyet’in kuruluşu sonrası, şiirde, düzyazıda yeni açılımlar getirmiştir.
İmlediğim süreçte ‘memleket edebiyatı’ diye nitelendirebileceğimiz bir oluşumun en güzel örneklerine tanık oluruz. Yurdumuzun dört bir köşesinden edebiyatımızda filize duran yazarların yazdıklarıyla, bilincimizde yurdu tanıma düşüncesi biçimlenir.
Dışarıdan bakma düşüncesinin yerini, içeriden bakış/gözlem/dile getirme alır. Edebiyatın toplumsallaşma sürecidir bu başlangıcın getirdikleri.
Ne yanıyla bakarsak bakalım, yazının ucuyla yaptığımız yolculuklarda, tanımanın getirdiği çağrının sesine kulak veririz. Bize gösterilen/anlatılan dünyanın belleğimizdeki izleri silinmez. Cahit Külebi’nin “Hikâye”si, Kemalettin Kamu’nun “Bingöl Çobanları” şiirleri bellekten nasıl silinebilir? Reşat Nuri Güntekin’in Anadolu Notları’na ne demeli peki? Ya Halikarnas Balıkçısı’nın yazdıkları? Mavi Sürgün, bir başına yurt romanı değil midir? Abbas Sayar’ın Yılkı Atı, bir benzeri yazılamayan roman olarak kitaplığımızda yerini almadı mı? Talip Apaydın’ın Yoz Davar’ı da öyle değil mi? Yaşar Kemal’in yarattığı ‘anakara’, bu yurt coğrafyasının renklerini içermez mi?
Edebiyat haritasında yolculuğa çıktığımızda yurt kitaplığımızın ne denli zengin olduğunu gözleriz. Tanımak, anlamak, öğrenmek adına böylesi bir birikime yüzümüzü dönmemiz kaçınılmaz gibi geliyor bana.
Yurtseverlik bilincinin belleklerde yer etmesi, üzerinde yaşadığımız yerin değerini bilmemiz için, bir yurt kitaplığı kurmanın gerekliliğinden de söz etmek isterim burada, sevgili okurum.
Elimin altındaki kitaplara dönüp baktığımda, bunun zamanı gelip de geçiyor. İnsanımıza kendi yurdunu tanıma bilincini aşılamadığımız sürece, yapılagelen edebiyatın kapılarını da açmamız mümkün olamayacak. Ne dersiniz?
İşte bu noktada şu geliyor aklımıza ister istemez:
Bir başlama noktası olarak neden her kentin öyküsünü bir yazara yazdırmıyoruz? Yazarlar doğdukları, yaşadıkları kentleri yazmalıdırlar. Buna Kültür ve Turizm Bakanlığı da öncülük etmelidir. Bunun nasıl olabileceğini de bir sonraki yazımda dile getireceğim sevgili okurum.