Kurak Beyoğlu
Diyorlar ki Beyoğlu’nda olağanüstü hal ilan edilmiş. Polise ilçede herkesi arama yetkisi verilmiş.
Diyorlar ki yağışsız geçen şu kış günleri yaklaşan kurak yazın habercisiymiş.
Oysa Beyoğlu, olağanüstü hal söylentisi çıkmadan çok önce başladı kuraklaşmaya.
Cadde-i Kebir 90’larda İstanbul’un, dolayısıyla Türkiye’nin kültür-sanat hayatının kalbiydi. İstanbul’un başkenti.
Devekuşu Kabare Tiyatrosu’nun “Beyoğlu Beyoğlu” müzikalinde hicvettiği pavyonlar devri bitmiş, yerine bir sanat merkezi doğmuştu.
“Eskiden Beyoğlu’na kravatsız çıkılmazdı” diyen yaşlılar bile memnunlardı hallerinden.
Nasıl olmasınlar? Enis Batur’un “Sanat Dünyamız”ı çıkardığı, Ferhan Şensoy’un “Ferhangi Şeyler”i kapalı gişe oynadığı, Hilmi Yavuz ve Özdemir İnce’nin “Poesium” düzenlediği yıllar...
Kaktüs Kahvesi’nde İlhan Berk şiir, Kanat Atkaya müzik eleştirisi yazar, Kemancı’da Teoman ve Şebnem Ferah rock patlamasının fitilini yakardı.
Biz kopiller bayramlıklarımızla AKM’de konser dinler, Emek Sineması’nda festival izler, Alkazar’ın fuayesinde ilk flörtlerimizi eder, Robinson Crusoe’ya kitap almaya uğrayıp Mehmet Güreli ile selamlaşıdık.
Kitabevinin üst katı resim atölyesiydi Mehmet Abi’nin. İnsanın gönlü zenginse hem yazar hem ressam hem müzisyen hem de sinemacı olabileceğini orada gördük.
Bilar, Bilsak ve Aksanat’taki panellerde aldık ilk kuramsal derslerimizi. Ne de olsa panellerin altın çağı.
Güzel Sanatlar Fakültesi’ndeki hocamız Sami Şekeroğlu, “Gerçek sanat eğitimi İstanbul’da olur” derdi. “Çünkü sadece İstanbul’da İstiklâl Caddesi var!”
İstiklâl Caddesi mezunları olarak atıldık hayata. Beyoğlu’nun üzerimizdeki emeği, okuduğumuz okullardan fazladır.
Fakat 2001 krizinden sonra Beyoğlu da krize girdi. Hele son 10 yılda işler iyice değişti. Cadde yavaş yavaş kuraklaştı, canlılığını kaybetti.
Gençliğinde yolu Emek Sineması’na düşmemiş yöneticilere orasının niye vazgeçilmez olduğu anlatılamazdı. Nitekim, anlatılamadı da.
Bugün ne Emek var ne AKM ne Alkazar... Kaktüs Kahvesi ve Kemancı’nın yerinde yeller esiyor. Mehmet Abi’nin çoktan bıraktığı Robinson Crusoe ise can çekişmekte.
Bir zamanların kültür-sanat merkezi olan semt şimdi banalliğin “olağanüstü hali”ne terk edilmekte.
Bazen soruyorum kendime, gençliğimizin o “Beyoğlu’na kravatsız çıkılmazdı” diyen amcalarına mı benzedim diye.
Sonra şimdiki mundar edilmiş haline bakıyorum caddenin. Derdimin nostalji olmadığı belli.
Nostalji insanın kendi gençliğini özlemesi şapşallığı... Şimdi özlediğimiz ise Beyoğlu’nun gençliği. Gençliğin Türkiye için bir anlam ifade ettiği zamanlar.