Küresel Salgın ve ‘Biz’(2): Her şey kentlerin dokusunu bozarak başladı *
Anadolu’yu adımladığınızda kentlerin giderek birbirine benzediğini gözlersiniz. Bu benzeşmenin neden niçinlerini birilerinin size anlatmasına gerek yok! Gözlemlerinize yansıyan her bir şey ülkenin nasıl bir küresel salgın içinde olduğunun göstergesi olarak karşımıza çıkıyor.
Kentbilimciler, şehir plancıları, sosyologlar ne der/nasıl değerlendirir bilemem; ama kentlerin dokusunu değiştirmek uyumlu/dengeli olamadığı sürece toplumsal çözülme ve yozlaşma da o oranda artıyor.
Bunlara bağlı olarak da, göç ve entegrasyon olgusuyla birlikte çatışma/şiddet/suç yaygınlaşıyor.
“İmarı büyüttük” diyen yerel yöneticiler kentin yağmasına katılırken; bir kenti var eden birçok öğeyi ıskalayıp, göstermelik yerler/mekânlarla “eser yarattık” serenadını söyleyip duruyorlar.
Yeşil alansız, meydansız, kütüphanesiz, tiyatrosuz, ormansız bir kent yaratarak; adına da “kentsel dönüşüm” denilerek var edilen beton dikelti yığınlarıyla kentin dokusunu bozan yapılar bu yeni zihniyetin ürünü.
Bu anlamda İstanbul yağması neredeyse “Türkiye modeli” olmuş durumda.
“Kentsel dönüşüm” bizim yarattığımız bir sistem değil, bence!
ABD’nin Türkiye’yi Amerikanlaştırma politikası 1947 Marshall Yardımı projesiyle başladığına göre; o günden bugüne tüm siyasal iktidarların konut politikalarına bakarsak eğer; nasıl/ne tür güdümlü konut üretimi siyaseti güdüldüğünü anlarız.
Mustafa Kemal 1927’de mimar Ernst Egli’yi Türkiye’ye davet etmişti. Egli’nin eğitim bakanlığında başmimar olarak görev yaptığı sürece ortaya çıkardığı projelerle inşa edilen yapılar Cumhuriyet mimarlığının yüz akıdır.
Peki nasıl oluyor da o Cumhuriyet konut sorununu ve kent planlamasını öylesine ciddiye alıp özgün mimari projelerle yapılar üretirken; bugün 1950’lerden günümüze geçen süreçte kentlerin kimliğini bozan, dokularını değiştiren, rant yağmasına yol açan bir inşaatçılık/yapsatçılık zihniyeti egemen oldu?
Bu tür bir konut politikasını bir ülkenin dilini, eğitimini, ekonomisini, kültürünü, siyasetini bozma hedefi gibi görüyorum.
Sokağını, semtini, mahallesini yok ederseniz bir toplumun; AVM zihniyetini egemen kılarsanız, her türlü aidiyetini de yitirmesine neden olursunuz.
Kentteki toprağın insan odaklı politikalarla şekillendirildiğini sanmıyorum! Tam tersi rant odaklı her şey. Bu da bir türlü denetimsizliği, yönetim zafiyetini getiriyor.
Kentin trafik keşmekeşinden çevre kirliliğine, iklimsel değişimine, nüfus plansızlığına kadar her şey böylesi bir rant anlayışının virüsü olarak salgına dönüşüyor.
Bugün yerel seçim arefesinde söylem ve afiş/görüntü kirliliğinden başka bir şey yok ortalıkta.
Şunu biliyoruz ki artık iktidarların iki yüzü vardır; ilki popülist politikalarla çoğunluğu aldatma, diğeri de önlerine konulan reçetelerle toplumun yaşamsal kaynaklarını tüketme.
“Türkiye’nin Yeni Jeopolitik Konumu”(*) adıyla bu reçeteyi yazanlar, “Yeni Türkiye” söylemiyle toplumun her kesiminde gün be gün yeni sorunlar yaratmaktalar. Adına ne derseniz deyin salgın sürüyor, şimdilerde yeniden ısıtılan “Türk-İslâm Sentezi” projesi de bu salgının ne tür bir kuşatmayla ülkeyi sardığını da anlatmaktadır.
(*) Balkanlar’dan Batı Çin’e Türkiye’nin Yeni Jeopolitik Konumu, Ian O. Lesser/Graham E. Fuller; Çev.: Meral Gönenç, 2000, Alfa Yay., 236 s.