Laikliğin tarihi ve biz
Laiklik tam olarak nedir? Yaşadığımız kavramlar karmaşası çağında farklı yorumlanan laikliğin anlamı bir o kadar da nettir aslında. Türk Dil Kurumu sözlüğümüzde laiklik "devlet ile din işlerinin ayrılığı, devletin, din ve vicdan özgürlüğünün gerçekleşmesi bakımından yansız olmasıdır". Diğer adı laisizm, batı dillerindeki adı da seküleritedir.
Bugün ülkemizde yaşayan insanların büyük çoğunluğu kendilerini bu şekilde tanımlarlar ya da en azından bilinç altlarında böyle olmasını isterler, böyle olmasını arzularlar. Özetle insanlar din ve ibadet özgürlüğü olan ve muasır düzeye ulaşmış bir ülkede yaşamak isterler. Kim ne derse desin, nasıl konuşursa konuşsun hemen herkes böyle yaşamak ister. Kimse din ve vicdan hürriyeti olmayan ve çağı yakalayamamış bir ülkede yaşamak istemez.
Gelelim bizim ülkemize. Laikliğin neresindeyiz biz? Tarihsel süreç içinde laiklik siyasal güç çelişkisi ve kavgası nedeniyle orta çağda ortaya çıkmıştır. Daha üç yüzyıl kadar öncesinde Hz. İsa’yı çarmıha germiş olan çok tanrılı Roma İmparatorluğu, zaman içinde kendi halkının da benimsediği tek tanrılı Hıristiyanlığı 313 yılında topraklarında serbest bırakmıştı. Ancak kısa bir süre içinde güçlenen bu yeni dine, Aziz Agostino’nun (354-430) "Kilisenin dünyevi iktidar üzerinde mutluk üstünlüğü" felsefesi egemen oldu. Roma İmparatorluğu’nun 476 yılında yıkılmasıyla doğan büyük güç boşluğu içinde de iktidara Kilise yani din kurumu adeta tamamen egemen oldu. Bu durum dokuz yüzyıl kadar böyle sürdü. Ancak yüzyıllar içinde güçlü bölgesel kralların ortaya çıkmasıyla durum Kilise için tersine dönmeye başladı. Sonunda Aziz Aquinolu Tomasso (1225-1274), vahiy-inanç ile o döneme kadar devre dışı bırakılmış olan aklı birleştirdi. Yani Plato yerine Aristo fikirleri benimsenmeye başlandı.
Katolik Kilisesi ile krallar arasında güce kimin egemen olacağı mücadelesinin sonunda din ve devletin ayrılması gerçekleşmeye ve aralarındaki ilişki düzenlenmeye başlandı. Ancak din ve devlet arasındaki bu güç ayrışması hiç de kolay olmadı.
Aslında Batı’da Hıristiyan dünyasında bunlar olurken Doğuda İslam dünyasında da bu tartışmalar oluyordu. Dört Halife dönemini sona erdirerek iktidara gelen Emeviler döneminin katı dünyasına karşın, 750 yılında İslam dünyasına hakim olan Abbasiler döneminde 9. yüzyıldan başlayarak günümüzde "İslam Rönesansı" olarak bilinen dönem yaşanmaktaydı. Felsefi ve bilimsel açıdan Doğu Batının çok ilerisine geçmişti. Maturidi, İbni Sina, Ömer Hayyam ve İbn Rüşd gibi alimler ve bilim adamları bu konuda aydınlanma çağını yaşatıyorlardı güneşin ilk doğduğu yön olan Doğu’ya.
Ancak rönesans 13. yüzyıldan itibaren Doğu’da değişik nedenlerle sona erdi. Batı ise Bizans Hıristiyanlığı tarafından kendisine rakip olduğu için 6. yüzyılda tüm kurumlarıyla sona erdirmiş olduğu Antik çağın kavramlarını yeniden benimsedi. Bireyi, bilimi ve sanatı tekrar ön plana çıkarmayı başararak Rönesansı doğudan geri aldı.
Rönesans, Hümanizma, Reformculuk ve Aydınlanma çağlarıyla 18. yüzyıla kadar uzayan bir süreçte bizzat toplumun katıldığı büyük sosyal ve kültürel aşamalar gerçekleşti. Halk kitleleri, yüzyıllar içinde önce feodal dönemde, sonra da güçlü krallıklar döneminde ulusal kimlik ve güçlerin doğmasıyla, önce dinsel sonra da artık onu kullanmakta monarşik yapıların hegamonyalarından kurtuldular. Çünkü krallar bir zamanlar güç mücadelesi verdikleri din kurumlarını, halklarını yönlendirmek için kullanır hale gelmişlerdi.
1789 yılındaki Fransız Devrimi’nin "özgürlük, eşitlik, kardeşlik" kavramlarıyla adaletin egemen olduğu ulus kavramına geçildi. Sonunda da yine 18. yüzyılın bu aydınlanma ortamında bireyi ve aklı ön plana çıkaran, dinsel dogmaların egemenliğini sarsan bu ortamda kaçınılmaz olarak laiklik gelişti. Kimse kimseye artık inanç olarak ne yapacağını dikte edemeyecekti. İnsanlığın bu aşamalardan geçmesine, bu çelişkiden doğan değişime, 15. yüzyılda başlayan yeni coğrafi buluşlar ve bilimsel ilerlemeler de üretim ilişkilerini değiştirerek büyük katkıda bulunmuştu.
Bu uzun süreçte biz bu gelişmelerin tümüne hep uzak durduk. Rönesans döneminden başlayarak bu değişime direndik. Duraklama, gerileme derken birkaç yüzyılın sonunda bireyselliğin ve özgürlüğün olmadığı ortamımızda herşeyi dışarıdan satın alan, kendisi üretmeyen, ürettirilmeyen kocaman gümrüksüz bir pazar ve yavaş yavaş batan bir ülke olduk.
Günümüzde batı ülkelerinde resmi din yoktur. Fransa’da olduğu gibi çoğu ülkelerde ise laiklik ayrıca anayasallaştırılmıştır. Devlet din ve vicdan özgürlüğünü tehdit eden bir durum baş gösterdiğinde işe karışan bir koruyucudur artık. Bireylerin düşünsel özgürlüğünü kıran değil açan güçlü ve dengeli bir kurumdur devlet. Yaratıcılık ve buluşlar da zaten özgür ortamlarda gelişirler.
Bizim güzel Cumhuriyetimiz de vatanımız kurtulduktan ve yeniden ayağa kalktıktan hemen sonra Kemal Atatürk ve halkın meclisi Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kararıyla laikliği anayasasına işlemiştir. Önce devletin resmi dininin İslam dini olduğunu belirten 1876 tarihli Kanun-i Esasi’den beri mevcut anayasa maddesi 1928 yılındaki değişiklikle kaldırılmış sonra da laiklik ilkesi 5 Şubat 1937’te Anayasamızın değiştirilemez ilk üç maddesi arasına girmiştir.
Batının bin yılı aşkın bir süreçte geçirdiği ve artık özümsediği bu sancılı evrimsel gelişim, artık bizim toplumumuzun da çağdaş dünya içindeki yürüyüşünde bir olmazsa olmazıdır. İnsanlarımızın din temelinde kutuplaşmasından beslenen sancılarımız ise, belki de Batı’nın bu uzun mücadelesini halkımızın bizzat vermemiş ve onun için bir bedel ödememiş olmasındandır. Halkımız yüzyıllar boyunca bu gelişim sürecinden özenle uzak tutulmuştur.
Değeri herkes için hayati önemli ve üzerine titrenmesi gereken laiklik bir hür düşünce ve yaşama biçimidir. Bu güzel ve güçlü toplum laikliğe layiktir...