Maharet, Devlet Tiyatrolarını yoketmek değil, daha iyisi için yapılacakları planlamaktir
Giriş
Türk tiyatrosunu herşeyden önce, ödenekli, ödeneksiz ayrımını yapmadan bir bütün olarak düşünmek yazarları, sanatçıları, yöneticileri, yayınevleri, telif hakları, birlikleri, dernekleri, vb. bir bütün olarak ele alıp irdelemek doğru bir yoldur. Bunun için de eğer bir Tiyatro Yasası çıkarılacaksa bütün bu saydıklarımızı kapsamalı ve her tiyatro, kurum, birlik, dernek bu yasanın kapsamı içinde, kendi yönetmeliğini yapmalıdır.
Devlet Tiyatroları sistemini büyük çapta ve büyük bir başarıyla yürüten bir ülke (belki de tek ülke) olarak Alman Tiyatrosu, Türk tiyatrosunun yeniden yapılanması açısından çeşitli ipuçlarını kapsıyor. Taklit etmeyelim, ama yeniden örgütlenme, yapılanma ve yönetsel sorunlar açısından her yönüyle olgunlaşmış bu tiyatrodan bir şeyler öğrenelim. Devlet ve Belediye ödenekli ilk tiyatrolar Almanya'da kurulmuştur. Özel sanat girişimleri ilk bu ülkede desteklenmiştir. Yazarların ve sanatçıların haklarını koruyan hukuksal mekanizma ilk kez burada yaşama geçirilmiştir. Türk Devlet Tiyatrosu'nun kurucularından biri de Alman yönetmen Carl Ebert'tir. Ebert, bundan ellibeş altmış yıl önceki Alman sistemini bize aşılamış, ama onlar her on yılda bir kendi yapılarını değiştirip eskiyenin yerine daha iyi gördükleri yenisini koyarken, biz onun bıraktığı yerde otlamakla yetinmişiz. Başımızı kaldırıp da çevremize bakmamışız. Çağdaş gelişmelere kapanmışız.
Bu sorunlar üzerinde, otuzbeş yıldır duruyorum ve simpozyumlarda, konferanslarda, panellerde, dergilerde çözüm yolları üzerinde durmadan öneriler getirdim. Kültür Bakanlığı'nın ayrı dönemlerde benden istediği raporlarda bunlar üzerinde ayrıntılarıyla durdum. Ama Devlet Tiyatroları, başa gelen iktidarlar tarafından hep hükümet tiyatrosu olarak kabul edildiklerinden yazılan eleştiriler hep kuru muhalefet olarak görüldü ve önerilerim de kulak ardı edildi. Benim gibi, bu sorunlar üzerinde duranların düşüncesi de önemsenmedi. Ülkemizde sözünü dinletebilmek için acaba uzman değil de, iktidar partisinin adamı mı olmak gerekiyor? Bu vurdumduymazlık, ne yazık ki, yıllar geçtikçe Devlet Tiyatroları'nın giderek "betonlaşmasına" neden oldu ve ileriye gidemiyen, bu önemli kurumu yerinden kımıldayamayan felçli bir hasta durumuna kadar getirdi.
SANAT KURUMLARININ GENEL STATÜSÜ
Ödenekli tiyatrolar sanatsal açıdan özerk olmalıdır; bunun için de yerinde yönetime geçilmesi gerekmektedir. Yerinde yönetim, birçok yönden yararlıdır: özerklik yanısıra, yönetim açısından büyük bir rahatlık sağlıyacağı gibi, sanatsal rekabete de özendirecektir. Bir sanat kurumu, özgürleşemediği sürece yaratıcılığını kazanamaz. Bir sanat kurumunun üzerinde hükûmet baskısı olursa, o sanat kurumu bürokrasinin içinde boğulur. Bürokrasi, sanatın ölüm meleğidir. Bugün Devlet Tiyatroları'nın çıkmaza saplanmasındaki en büyük neden bürokrasinin sanatın önüne geçmiş olmasıdır. Devlet Tiyatroları'nın asıl sahipleri olan sanatçılar bugün ikinci plandadır. Bu da sanatın bürokrası yoluyla boğuluşunun bir delilidir.
Sanatsal özerklik içindeki ödenekli bir sanat kurumu mali açıdan elbette ödeneği veren devlete hesap vermek zorundadır. Bu da denetlenebilir bir mali özerklik anlamına gelir.
YÖNETICILERIN YETKILENDIRILMESI
Bir önceki yazımda da belirttiğim gibi, ödeneklerin önerilmesi, Sanat Yönetmeni'nin seçimi, sanatsal ölçütlerin saptanması vb. için, üniversitelerin ilgili bölümlerinden, «Tiyatro Yazarları Birliği»nden, «Yazarlar Sendikası»ndan, TOBAV, TİYAP ve TODER gibi, burada adlarını anmadığım bu konuyla ilgili diğer kuruluşlardan, derneklerden, yani parti politikalarının dışında olan kurumlardan, demokratik oylamayla seçilen temsilcilerin oluşturduğu özerk bir SANAT KURULU oluşturulmalıdır. Bu kurul, daha çok estetik değerlendirmeleri yapmalı, verilecek bütçe için danışma görevini üstlenmelidir.
Sanat Kurulu'nun estetik görevleri arasında Sanat Yönetmenleri'nin seçimi de yer alır. Oysa Devlet Tiyatroları çalışanları arasında demokratik oylamayla yapılacak bir seçim sisteminde, Sanat Yönetmenliği makamına aday olanların çeşitli yollardan seçmenlerine ödün vermelerine, yani oy avcılığına yol açmaktadır. Bu daha önceki bazı uygulamalarda somut bir biçimde görülmüştür. Oysa tamamen tarafsız ve konuyu yalnızca estetik açıdan değerlendiren bir Sanat Kurulu'nun yetkilendirmeyi yapması daha sağlıklı bir yol olarak görülmektedir. Bu yetkilendirmede şöyle bir yol da izlenebilir: Sanat Kurulu üç aday gösterebilir; bu üç adaydan biri, tarafsız bir üst makam (örneğin, Cumhurbaşkanı) tarafından atanabilir.
BÜTÇE SISTEMI
Yerinde yönetilen her tiyatro ödeneğini, önerdiği prodüksiyon ve projelere göre almalıdır. Örneğin, bugün verilen ödeneğin % 95'i ancak sanatçı, sanat uygulatıcısı ve sahne uygulatıcısı ücretlerini karşılamaktadır. Oyunların hazırlanmasına ayrılan tutar da aşağı yukarı bütçenin % 5'i ile gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır. Devlet ve Belediye, o kentteki Devlet Tiyatrosu bütçesinin yalnızca %75'ini vermekle yükümlü olmalı, geri kalan %25 tiyatro tarafından satılan biletlerden sağlanmalıdır. Böyle bir uygulama, aynı zamanda, tiyatronun bol keseden davetiye dağıtmasını önliyecek, olabildiğince fazla bilet satma yolları aramasını sağlıyacaktır.
PERSONEL ÇALIŞTIRMA
Sanatçılar aylıklı memur olmaktan çıkarılmalı, birer yıllık sözleşmeli sanatçılar olarak işe alınmalı ve gösterdikleri performans oranında ücretleri olmalıdır. Şu ya da bu nedenden sahneye çıkmayanların ise, sözleşmeleri yenilenmemeli. Buna karşılık, işsiz sanatçılar için bir işsizlik sigortası sistemi getirilmelidir. Bu olamıyorsa, sanatçıların tazminatları ve teşvik primleri kesilmelidir. Eğer bundan sonra da ilgisizliği sürüyorsa sözleşmesi yenilenmemelidir. Sanatçı, istekli ve rekabete hazır duruma ancak böyle bir sistemle gelebilecektir. Sanatın gelişmesinde en büyük etken de, bu alandaki "daha iyi olma" rekabetinde yerini alma çabasında izlenir. Aktörlük mesleğini saygın ve ileri bir duruma getirmek için açık rekabete yer verilmelidir. bu açıdan, kurum diğer tiyatrolarla rekabet içinde olan ve ilk hedefi yalnızca sanat yapmak olan özerk bir tiyatro durumuna gelmelidir. Devlet Tiyatrosu, ancak bu sistemle özerk bir duruma getirilebilir. Bugün, Alman Tiyatrosu'nun gerek sanatsal gerekse yönetsel açıdan birçok sorununu çözümlemiş olması bunları gerçekleştirmiş olmasından dolayıdır.
Personel çalıştırmada karma bir sistem uygulanabilir: hem bir yıllık kadro karşılığı sözleşmeli personel, hem de eser ya da konser başına sözleşmeli personel alınabilir. "Al maaşını salla başını" zihniyetini ortadan kaldıracak ve sanatçının o kurumda sanatını sürdürebilmesi için tetikte ve çalışkan olmasını sağlıyacak faktör bir yıllık sözleşmeler 'dir.
SANATSAL YARIŞ
Önceden de belirttiğim gibi, ödenekli tiyatrolar içinde yer alan çeşitli sahnelerin her biri, oyun seçiminde ve politikasında özerk olmalı, her birinin kendi dramaturgu ya da dramaturgları olmalıdır. Bu da Birim Tiyatro sistemini getirecek yerinde yönetim ile sağlanabilir. Ancak böyle bir sistem içinde sanatsal yarış varolabilir.
ETKINLIK HEDEFLERI
Hedeflerin başında oyun seçimi gelir. Yerli, yabancı ayrımı yapılmadan en kaliteli ve en güzel oyunların repertuvara alınması gerekir. Daha çok yerli oyun oynansın, yerli yazarlarımızı koruyalım gibi, iyi niyetle ortaya atılmış düşünceler ne yazık ki ters tepmiş, bir sürü ipe sapa gelmez, başarısız yerli oyun oynanmıştır. Bu hem Türk sanatına, hem de sanatçısına yapılan en ağır haksızlıktır. Bazı kişilerin oyunları, kalitesine bakılmadan durmadan oynanmakta, daha başarılı, daha iyi yazılmış birçok genç yerli yazarın oyunu es geçilmektedir. Bu, filizlenmeye çalışan genç oyun yazarları üzerinde olumsuz etki yaparken, öte yanda, ahbap işi seçilen kötü yerli oyunlar, hazırlandıkları sırada sanatçıları strese sokmaktadır.
Yurtiçi turnelerin bir programa bağlanması doğru olur. Bu turneler birtakım duygusal kararlarla değil, tiyatro dönemi başında nesnel, tarafsız, mantıklı bir biçimde programlanmalıdır.
İyi bir repertuvar, zaten eğitselliği içerir. Ödenekli tiyatroların, hatta proje başına ödenek alan özel toplulukların görevi, Türk toplumu için örnek oyunlara ve yapımlara imza atmaktır. Bu kurum örnek oyunların örnek bir biçimde sahnelenmesinden sorumludur; böylece, eğitim görevini de yapmış olur.
SANAT KURUMLARININ SINIFLANDIRILMASI
Çağdaş, gelişkin ülkelerde olduğu gibi sanat kurumlarının sınıflandırılması, tarafsız ve nesnel bir görüşle yapıldığı takdirde, yararlıdır. Bu aynı zamanda sanatsal yarışmayı da hızlandırır.
VERIMIN YÜKSELTILMESI
Sanatçı kişiliğinin doğasında bulunan yetenek ve yaratma, üretme ve çalışma hırsı gibi üstün vasıfların özgür bir biçimde geliştirilebilmesi için herşeyden önce iltimas ortadan kaldırılmalıdır. Bugün sanat kurumlarında üstün sanatçılar kadar, sanatçılıktan nasibini alamamış, amca oğulları, yeğenler, kardeşler, eşler, 'bakan ve milletvekili torpilli' kişiler de vardır. Bunlar olduğu sürece, bu kurumlarda istenilen kalitenin tutturulabileceği kanısında değilim. Bu kurumlara alınacak genç sanatçıların doğru ve nesnel bir değerlendirmeyle alınmasından sonra sanatsal üretim nitelik açısından düzey kazanacaktır.
SANATÇININ EMEKLILIĞI
Emeklilik sonrasında sanatçının parasal durumunda çok büyük bir düşüş vardır. Aslında sanatçının emekliliği yoktur, gücü ve yaratıcılığı yerinde olduğu sürece, 90 yaşında bile sahneye çıkar. Emekli olan sanatçının mağdur bırakılmaması için üniversitedeki emeklilik sistemi uygulanabilir. Böylece, sanatçı emekli olduktan sonra tazminatının bir kısmını alabilir. Sanatçı memur statüsünden çıkarılıp işçi statüsüne alınırsa bu daha da kolay çözümlenebilir.
'TAZE KAN'
Kadro tıkanması yüzünden bu sanat kurumlarına alınamayan birçok yetenekli genç sanatçı vardır. Burada yapılacak ilk iş, işe yaramayan, kaytaran, durmadan rapor alarak sahneye çıkmayan personeli kadrodan çıkartmaktır. Ama bu duygusal ve adaletsiz bir biçimde yapılmamalıdır. Haklı nedenlere dayanılarak adaletli bir biçimde gerçekleştirilmelidir. Abii, eğer bu ülkere adalet kaldıysa!
DRAMATURGLUK
Geçen yüzyıldan kalma "Edebi Heyet" kalkmalıdır. Tiyatroya "edebi" değil, "tiyatrocu" dramaturglar kurulu gereklidir. Ancak bizde dramaturg'un işlevi tam olarak anlaşılmadığından, göstermelik süs biberi kabilinden anlaşılmakta, bu kişilere yalnızca oyun okutulmakla yetinilmektedir. Oysa dramaturg, yalnızca oyun okuyup öneren kişi değildir. O, sanat yönetmeninin görüşü doğrultusunda tiyatronun sanat politikasını yürüten, hatta bazı konularda sanat yönetmeninin danışmanlığını yapan, repertuvarı hazırlıyan, yönetmenin yorumuna uygun malzemeyi toplayan, yazarın ve yönetmenin en yakın yardımcısı, tiyatro dergisinin içeriğini saptayıp dergiyi yayıma hazırlayan, basın ve halkla ilişkileri kotaran tiyatronun atardamarıdır. Ama bunun için de, dramaturg adı verilen kişi, en az bir yabancı dil bilen, tiyatro konusunda doktora yapmış, geniş bir sanat ve kültür perspektifine sahip olan uzmandır.
SONUÇ
Sanat, zor bir iştir. Ülkemizde bu işi profesyonelce yürütmek ise daha da zordur. Çünkü tiyatronun ne doğrudürüst bir altyapısı vardır, ne de endüstrisi. Tiyatro için gerekli olan temel malzemeler ülkemizde imal edilmez. Ülkemizde her türlü alet, yedek parça, armatür, hatta motor, uçak, gemi, vb. endüstrisi, montaj ya da taklit yoluyla da olsa, varolmasına karşın, tiyatro için temel olan elektronik gereçler, ışıldaklar, efekt aygıtları, makyaj gereçleri, ekleri, vb. hep dışardan getirtilir. Eğer diskolar olmasaydı, bugün piyasada tiyatro için de kullanılabilecek gereçler satılmazdı. Bugün yeni açılan sahnelerin birçoklarında tiyatro ışıldaklarından çok, disko ışık gereçleri var. Yine diskolar olmasaydı, sis makineleri, efekt-görüntü aygıtları da bulunmıyacaktı… Demek ki, insanoğlunun en başta gelen kültür gereksinimlerinden biri olan tiyatronun yeri, bu toplumda discodan daha geride. Neden? Disco daha çok para getiriyor da ondan! Bir de, toplum olarak bizim henüz tiyatronun yaşamsal bir gereksinim olduğunu kavrıyamamış olmamız yüzünden! Zaten bir toplumda herşey para ile ölçülmiye başlandı mı, o toplum sanat ve kültür yaşamı, dolayısıyla ruh sağlığı açısından sakat kalmıya mahkumdur.
Tiyatronumuzun sorunları yalnızca ödenek, bina, araç, gereçle bitmiyor. Henüz tam anlamıyla etkin olan bir örgütlenme de yok. Dışarda yazar hakkını yayınevleri koruyor ve savunuyor. Oysa bizde yazarı sömürenlerin başında yayınevleri geliyor. Sanatçının sosyal güvenliği henüz belirgin değil; işsiz kalan sanatçı yeni bir iş bulana kadar ya sürünmek ya da istemediği bir işe girmek zorunda. Sanatçı kimdir, kim değildir, bunu denetliyen ve değerlendiren bir kamuoyu olmadığı gibi, bir sendika ve kuruluş da yok! Gelişkin ülkelerde gerek yazar ve sanatçı haklarının korunması için kurulmuş olan dernekler, birlikler, gerekse, yazarın hakkına saygı duyan yayınevleri ve tiyatronun özerkliğini zedelemeden onu denetliyebilen bir örgüt anlayışı bizim tiyatro yaşamımıza da ışık tutabilir.
Konuşmamı, Aziz Nesin'in bir sözünü anarak ve ondan esinlenerek bitirmek istiyorum. Ustamız bir yazısında şöyle demişti: "Yaşamın Gerçeği uydurmanın sınırlarını aşıyor ". Tiyatromuzun, 2000'li yıllarını yaşadığı şu günlerde, büyük çaplı toplumsal bunalımların ortasında olduğu bir gerçek. Toplumun kültürel, etik, politik ve ekonomik kirlilik yaşadığı bu dönemde, yaşamın aynası olan tiyatronun gerçekliği de sanallaşmaktadır. Artık toplumumuzdaki gerçekler, tiyatronun ele aldığı konuları ve yapısını aşmıştır. Tiyatromuzun ivedilikle içeriğini, biçimini değiştirmesi ve yeniden yapılanması gerekmektedir.
Elbette bütün bunların gerçekleşebilmesi için de toplumumuzdaki zihniyetin değişmesi gerekmektedir. 67 milyon insanın yaşadığı ülkemizde tiyatronun önemini kavramış insan sayısı acaba 1 milyonu buluyor mu? "Tiyatronun sahibi seyircidir." Ancak ülkemizde, halk çoğunluğu henüz seyirci olmadığı gibi, seyirci de tiyatroyu sahiplenmenin bilincine erişmemiştir. Bir kentte yaşıyan insanlar, hele büyük kentlerde yaşıyanlar nitelikli tiyatro gereksinimini duymalıdırlar. Tiyatrosu olmayan bir kent kör bir kenttir, karanlığa gömülmüştür.
Ünlü Avusturyalı pedagog ve kültür tarihçisi Richard Meister, tiyatro bilimini, başlangıçtan bu yana gelişen, kültürü ve sanatı kapsayan sistematik bir ruh bilimi olarak nitelendirir. Bu açıdan Meister, tiyatro bilimi için, «özel kültür bilimi» deyimini kullanmıştır. Tiyatral metin, çağların başdöndürücü gelişmesine koşut bir biçimde değişir, kendini yeniler ve içinde bulunduğu çağın profilini ortaya çıkarır.
Seyirci, içinde yaşadığı sorunların sahneden doğru bir biçimde aktarıldığını gördüğü anda, ayakta duracak direnci de elde eder. Tiyatronun seyircisine karşı sorumluğu vardır. Bundan yirmialtı yıl kadar önce ölen, tanınmış Alman tiyatro yönetmeni Hans Schweikart, çağımızda her yönden tehlike içinde ve tehdit altında bulunan insanlar için tiyatronun sorumluluğunu şöyle açıklamıştır: “Tiyatro, seyircisine, kendi yaşantısından bilmediği şeyleri, yani daha çok bilmekten kaçındığı gerçekleri göstermekle yükümlüdür. Teknolojinin harikaları ile dünyanın bir anda yokolması korkusu arasında sersemlemiş olan insanlar,” yaşamın verdiği güvensizlik karşısında, tiyatrodan “ayaklarını sağlamca basabilecekleri bir zemin” dilemektedirler. Shakespeare’in Hamlet ’te dediği gibi, sahne "çağının aynası ve kısaltılmış tarihi " dir. Bunun için de, sahne, kendi çağını doğru olarak, açık ve seçik, bozmadan yansılıyabildiği anda önemli bir araçtır. Hele tiyatro, “çağını şiirli bir biçimde yansıtabiliyorsa” daha da önemli bir araç oluverir. Öyle ki, Tiyatro, güzeli abartmadan, kötüyü örtbas etmeden, çirkini saklamadan ve iyiyi yadsımadan görevini yapmalıdır.
Alman ozanı Eichendorf’un, “ozan dünyanın yüreğidir ”, sözü en belirgin biçimde, oyun yazarı için de geçerlidir. Oyun yazarı, bugün her yerde şiddetin yaşandığı, acımasız bir dünyanın en yakın tanığıdır. O, duyguların saklandığı bir dünyada yaşar; çünkü bizler, sevgilerin bilinçli bir biçimde ayrı düştüğü ve yaşamı gizliden oynayan bir çağda yaşıyoruz. Fransız düşünür Pierre Emmanuel bir toplantıda şöyle demiştir: “Oyun yazarı, dünyanın belirsiz korkusunu olumlu bir huzursuzluğa çevirmelidir; bir yandan da yeniliğin doğruluğunu denemelidir. Çünkü dünyamız, yeni bir şey getirmek için hedefini sık sık kendi elleriyle yıkıyor. [...] Tüm değerlerimiz parçalandı. Bundan da kolayca anlaşılabilecek korkumuz doğdu. Ama bu korku, inançlarıyla korunmuş olan insanları yaratıcı bir huzursuzluğa geçirdi ve böylece sonsuza olan duyguyla birleştirdi.”
Benim de tanımaktan kıvanç duyduğum, bir zamanlar Washington'daki Katolik Üniversitesi, Tiyatro Bölümü Başkanı olan rahip Gilbert V. Hartke, günümüz toplumunda insanlarını tiyatroda toplamanın, bir tapınakta birleştirmekten çok daha doğru olduğunu belirttikten sonra şöyle demişti: "Aydın rahipler yetiştirmektense, aydın sanatçılar yetiştirmeyi seçtim. Bir tapınak kurmaktansa, bir tiyatro açmayı, günün yaşayış ve anlayış koşullarına daha uygun buldum". Bu aydın, olgun rahibin gözünde, tapınaktaki vaaz, artık ilkel kalmıştır; tiyatrodaki oyun ise daha çekici, daha alımlı, daha etkili düşüncelere ve duygulara yönelmiştir. Tek seslilik yerine, çok seslilik. Aynı şeyleri tekrarlamak yerine, çağdaş insanı doyuracak yeni, geliştirici düşünceler ve duygular! Nitekim, Peder Hartke'ye göre, hiçbir kilise vaazı, tiyatronun sahneye çıkardığı Shakespeare'in III. Richard tragedyası ölçüsünde kötüyü canladıramamıştır. Çünkü tiyatro bir düşünce ve duygu yumağıdır; oyuncu bu düşüncenin temelini kurar. Bunun için, tiyatro, yirmibirinci yüzyılda din ile eşdeğerde olacaktır.
Bizler, şu anda, ileri bilimsel, uzay çağının ilk aşamalarını yaşamaktayız. Bu ileri bilimsel çağa teknolojik gelişme egemendir… Ve yaşamımız, her gün biraz daha artan bir hızla, teknik adamlar ve istatistikçiler tarafından yönetilmektedir. Böyle bir dünyada, insanlar, yaratıcı bir dünyaya katılma şanslarını her gün biraz daha yitirmektedirler; çünkü her şey daha önceden hazırlanıp önümüze konmaktadır ve biz çoğu zaman bu mekanizmayı anlamakta güçlük çekiyoruz. Makineler giderek yaratıcı ustaların yerini alıyor, istatistikçiler ise düşüncenin… Kendi başımıza düşünemez duruma geliyoruz. Medya bizleri yönlendiriyor. Bilgisayarlar tarafından doğrulanmadıkça kendi çözümümüzü kabul ettiremez olduk. Özgün yaratıcılığın yerini, sentetik yaratıcılık aldı. Artık evlerimizde müzik yapmıyoruz, bunu bizim için yapan elektronik aletlerimiz var. İletişim kurmamız güçleşti, çünkü televizyonun donuk camından dünyayı anlamıya çalışıyoruz. Bir de kendimize ait sanal dünyamıza giderek daha da çok kapanıyoruz. Sanat olaylarına daha az katılır olduk. Ve giderek başka insanlara, onların yaptıklarına katılma sevincimizi, daha doğrusu yaşama sevincimizi yitiriyoruz. Sonuçta, bir arada yaşamanın, birlikte üretmenin sevincini yoketmeye başladığımızdan, yaratıcı varlık olma durumundaki amaçlarımızı da unutuyoruz. Giderek yaşamı seyredenler olmaktayız. Ve böylece kendi özdeğerlerimize de yabancılaşıyoruz.
Düşüncelerin ve duyguların birlikte, paylaşılarak yaşandığı tiyatronun amacı, bu yozlaşmayı engellemek, hiç olmazsa geciktirmektir. Nükleer savaş tehlikesinden, çevre kirliliğinden, hatta bazı toplumlardaki açlık sorunundan bir gün kurtulabiliriz. Ancak dikkatli olmadığımız takdirde, boşlukta kalmış insanların çoğalmasıyla, başka deyişle, 'ölüm içgüdüsü' nün çoğalmasıyla, yokolmaktan kurtulamayız. Sanatın sınırsız toprakları üzerinde, tiyatro, yarının dünyasını kurtarmak adına Estetik Dünya ’yı yaratmak zorundadır. Tiyatro, asla ölmediği için değil, sürekli yeniden doğduğu için ölümsüzdür. Gelecekte bizim küllerimiz üzerinde, efsanevi kuş zümrüdüanka gibi, yeni bir dünya, daha mutlu bir dünya yaratmada, tiyatro da bu önemli görevini sürdürecektir.