Mahsun Kırmızıgül’ün sineması
Oldum olası, bir başka sanat dalında popüler olup da, sinemaya yönetmen olarak geçenlere sinema ortamında pek olumlu bakılmaz. Bu olumsuz bakanların sinema ortamındaki yelpazesi, yönetmenlerden sinema yazarlarına, yapımcılardan oyunculara dek oldukça geniş bir alanı kapsar. Olumsuz bakışın ilk belirtileri ise, anlaşılmaz bir küçümseme, yadsıma, ironik bir bakıştan, ortaya koyduğu yapıttan çok kişiliğe yönelik öznel eleştirilere dek çeşitlilik gösterir. Yani sinema ortamımız bu yeni gelenleri bir egzotik bitki gibi yaprakları arasına alıp özümsemez, daha ilk andan itibaren dışa atar, kabullenmez. Kabullenmesi, hele hele onu yönetmen sayması için uzun bir sürenin geçmesi beklenir. Sonrasında bu tür kişilere yapılan tüm suçlamalar, dışlanmışlıklar unutularak -çoğu kez onları küçümseyerek suçlayanlar- bir biri ardınca övgüler düzmeye başlarlar. Bu seyir; bir başka sanat dalında popüler olup da sinemaya yönetmen olarak adım atanlar için değişmeyen, her defasında aynı sözcük ve yöntemlerle yinelenen anlaşılmaz bir tavırdır.
Ama sinema ortamında bu kişilere gösterilen olumsuz tavır, örneğin, adı sanı hiç duyulmayan, sanatla filan hiçbir ilgisi olmayan, ya da ilgi duyduğu sanatta pek başarılı olmayanların yönetmenliğinde hiç karşılık bulmaz, hatta çoğu kez olumlu olarak tanımlanır. Bunun örnekleri de birincileri kadar azımsanmayacak denli çoktur.
Bilindiği gibi Yılmaz Güney’in de sinemaya geçmesinde bu tür olumsuz olgular gündeme gelmiş, “Umut” filmine dek hiçbir filmi, Anadolu’da pek sevildiği halde, İstanbul Beyoğlu’nda tekellerin elinde bulunan sinemalarda gösterim olanağı bulamamıştı.
Türkan Şoray’ın ilk yönetmenlik sınavını verdiği dönemde de -ki Şoray sinemanın içinde olup sevilen ve sayılan bir star olmasına rağmen- bir dizi olumsuzluklarla karşı karşıya kalmış, birçok ünlü aktör “Türkan’ın yönettiği filmde oynamayı onuruma yediremem” gibisinden karşı çıkışlarda bulunmuştu.
POPÜLER SANATÇILAR YÖNETMEN OLURSA...
Bu karşı çıkış, olumsuz bakışlar, sinemanın dışındaki bir diğer sanat dalında popüler olan sanatçıların yönetmenliğe soyunmalarıyla daha acımasız ve daha pervasız olmuştur. Sinema ortamının onları kabullenmesi zor ama çok zor olmuştur.
Bu tezimizi güçlendirecek öylesine çok örnek var ki... Yılmaz Erdoğan’dan Cem Yılmaz’a, İbrahim Tatlıses’ten Mahsun Kırmızıgül’e dek bu yelpaze uzayıp gider.
Yılmaz Erdoğan’ın ilk yönetmenlik denemesinden sonra, Yılmaz Güney ve Atıf Yılmaz’a göndermeler yaparak “sinemamızda üçüncü Yılmaz dönemi başlayabilir” demiştim. Kıyametler koptu. Eleştirilerin çoğu, sinema piyasasından değil de onur üyesi olduğum kendi derneğimdeki meslektaşlarımdan geldi. Benimle üstü kapalı alay edenler bile çıktı. Ya sonrasında? Yılmaz Erdoğan’a övgü düzenlerin başında beni eleştirenler yer aldı. Cem Yılmaz için de benzerleri yaşanmadı mı?
Mahsun Kırmızıgül’ün yönetmenliğe geçişinde de benzer durumlar, hatta daha fazla, bir dozda dışa vuruldu. Alay edenler, küçümseyenler vs. Ya şimdi?
Edebiyatta, plastik sanatlarda, müzik ve de tiyatro ortamında yaşamayan bu tür olaylar neden sinemada bu tür karşılıklar buluyor dersiniz?
Bu sorunun yanıtını sinemaya bir başka sanat dalından gelenlerin ortaya koydukları yapıtlarda aramak gerek.
Sanırım bu da; yönetmenlerin geldikleri yere bakarak filmlerini değil de, filmlerine bakarak yönetmenleri değerlendirmenin daha doğru olacağının altını çizer...
Yönetmenliğin yalnızca kendilerinin tekelinde olduğunu sanan kimilerinin Mahsun Kırmızıgül’ün filmlerini izlemelerini tavsiye ederim. Belki sinemada ıskaladıkları birçok şeyi bu filmlerde yakalayabilirler.