Mahyaların dili
Çeşitli yüzyıllarda ülkemizi ve özellikle de İstanbul’u ziyaret eden yabancı seyyahlar tek bir konunun tartışılmaz oluşunda ortak bir görüşe sahip olmuşlardır. O da; dünyanın hiç bir kentinde benzerine rastlanması mümkün olmayan İstanbul’un silüetidir. Tabii bu silüetin orta yerinde de hiç kuşku yok ki, camilerin gökyüzüne uzanan elleri, minareler vardır. Minaresiz bir İstanbul silüetini düşünmek pek mümkün değildir. Minarelerin tek süsü ise hiç kuşku yok ki her bir yanına ışık saçan mahyalardır.
Rivayet odur ki, minarelerde ilk kandil, Kocamustafapaşa’da ünlü Sünbüllü’nün sahibi Hüseyin Efendi tarafından Murad Han döneminde yakılmıştır. Bu olay, öylesine ilgi uyandırmıştır ki, bundan böyle tüm Osmanlı İmparatorluğu’ndaki camilerde kandil yakılması buyrulmuş ve sonrasında da uygulanmaya başlanılmıştır.
Başlanılmasına başlamıştır ama, önüne gelen her camiye de mahya yapılmamıştır. Kimisi tek minareli olduğu için mahyadan yoksun kalmış, bir diğerleri de, ya minalerenin kısalığı ya da arlarındaki mesafenin az oluşundan dolayı mahyasız kalmışlardır. Eyüp camiisinin minareleri de mahyanın yapılmasına uygun aralıkta olmadığı için bir süre mahyasız kalmış sonunda iki minare daha eklenerek mahyalı camiler arasında yer almıştır. Üsküdar’daki tek minareli Mihrimah camiinin cemaati de “biz de mahya isteriz” diye diretince camiye acilen bir ikinci minare daha yapılarak o da mahyalı camiler arasında yerini almıştır.
Mahyanın ve mahyacılığın ana vatanı da Türkiye’dir. Sabık meban-i hayriye müdürü Esat Bey’in verdiği izahata göre de; Türkiye’den gayrı hiç bir yerde mahya yoktur. 1327’de Mısır’da da bir camiye mahya kurulmak istenmiş, İstanbul’dan Mısır’a giden mahyacılar burada caminin minarelerinin arası çok açık olmasına rağmen bir mahya kurmanın üstesinden gelmişlerdir.
Gelmiş geçmiş en ünlü mahyacı ise Abdüllatif Efendi’dir. Oğlunu da kendisi gibi ünlü bir mahyacı olarak yetiştiren Abdüllatif Efendi, mahyacılığa genç yaşında başlamış ve 82 yaşına dek de mahya ustalığını icra etmiştir. Abdüllatif Efendi yalnızca camilerin minareleri arasına mahya kurmamış, Hidiv İsmail Paşa İstanbul’a geldiğinde Emirgan’da yalının önünde duran iki mavnanın direkleri arasına da mahya kurarak, mahyalık sanatını konuk Hidiv İsmail Paşa’ya göstermiştir. Ayrıca İran Şahı’nın da İstanbul’u ziyareti sırasında Valde Hanın meydanına da bir mahya kurmuştur.
Abdüllatif Efendi yalnızca kalıcı değil aynı zamanda gezici mahya yapmakta da üstad idi. Nasıl mı? Ondan da kısaca söz edelim: Gezici mahyaya en müsait camii Süleymaniye idi. Abdüllatif Efendi Süleymaniye Cami’nin minareleri arasına önce üç halat çeker, esas olan ortadaki halata Unkapanı Köprüsü ile Azaplar Cami’ni resmeder, üst halata ise bir araba yapardı. En alt ipte ise balıklar ve kayıklar bulunurdu. Mahya tamam olunca, arabayı ip üzerinde harekete geçirir ve yavaş yavaş sağ minareye götürür, sonra tekrar geri alırdı. Bu düzende yalnız köprü sabit kalır, araba, kayık ve balıklar hareket ettirilirdi. Ama bu tür hareketli mahyalar Ramazan’ın ilk yarısında değil de, nedeni bilinmez bir şekilde ikinci yarısında kurulurdu.
Gezdirme mahyalarının yanı sıra bir de uçurtma mahyalar yapılırmış. Bu uçurtma mahyalar teraviden çıkanlara kısa bir süre özel bir gösteri sunarlarmış.
Mahyalara yalnızca yazılar yazılmaz, kimi zaman semboller de yapılırdı. Gemi, kayık, köprü boru çiçeği, Kızkulesi, fıskiye gibi.
Yazıların uzunluğu ise camilerin minare aralığına bağlı olurdu. Kısa olan aralıklara “Hoş geldin”, “Teyyeraye Yardım”dan tutun da, “Yetimleri unutma”, ya da “İsraftan Sakın”a kadar her bir şey yazılırdı. Uzun aralıklı minareler arasında ise- inanmayacaksınız ama- “Yaşasın Gazimiz, Yaşasın misak-ı milli” ya da “Hakimiyet Milletindir” gibi bugün nedense camilerden uzak tutulan halkın gerçek duygularını yansıtan yazılar yer alırdı.
Eskiden Padişah Ramazan’ın on beşinde Topkapı Sarayı’na gelirken camilere “Padişahım Çok Yaşa” diye mahya yazılmak adetten imiş. Yine bir Ramazan’ın on beşinde camilerden birinde bu yazı değil de “Dünya fanidir” yazılmış. Sen misin yazan... Hemen zaptiye Nazarı Şefik harekete geçerek bütün İstanbul’un mahyacılarını toplamış ve hapse atmış. Bereket versin ki bazı mahyacılar “bizim mahyalar İstanbul’un her yerinden okunmaz “ diyerek paçayı zor kurtarmış.
Sözün kısası; mahyacılık yalnızca ustalık isteyen bir iş değil, aynı zamanda kor gibi bir yürek de isteyen bir meslekmiş...