Manevi kalkınmanın çöküşü
Narin Güran cinayeti, Tekirdağ’da iki yaşındaki bebeğin cinsel tacize uğradığı haberi… Son yıllarda toplumu infiale düşüren haberlerin ortak noktası, içten içe yaşamakta olduğumuz ahlaki çürümenin boyutları hakkında yüzümüze ayna tutması ve kamuoyundaki karamsarlığı derinleştirmesi.
Böyle olayların ardından toplum “bize neler oluyor” sorusunu daha yüksek sesle sormaya başlıyor. Aslında bu durum yeni değil. Son kırk yıldır ahlaki bir çürüme süreci yaşıyoruz. Ve kırk yıldır bundan duyduğumuz rahatsızlığı el yordamıyla aşmaya çalışıyoruz. Maalesef başarısız olduk. Bu nedenle şimdilerde yeni bir durum yaşanıyor. Toplum bir tür öğrenilmiş çaresizlik psikolojisine girmeye başladı.
MUHAFAZAKÂRLAŞARAK KURTULMAK
1980’li yılların sonlarına doğru sosyal adalet dengesinin bozulması, yükselen liberal değerlerin getirdiği genel ahlaki aşınma, ANAP hükümetinin yolsuzlukları, hayali ihracatlar ve Özal ailesinin fertleri ile anılan skandallar toplumda temiz siyaset ve ahlaki bir düzen talebini yükseltmeye başladı.
12 Eylül darbesinden sonra sosyalist sol devlet şiddetiyle siyaset sahnesinden dışarı sürüldüğü için bu talebe cevap vermesi mümkün değildi. Üstelik ANAP’ın temsil ettiği neoliberal ekonomi politikaları sosyal demokratları da teslim almıştı. Bu koşullarda siyasal partiler birbirine benzemeye başladı. Sağda veya solda olmak anlamını kaybetti.
Kim iktidara gelirse gelsin devleti küçültme, sosyal devleti tasfiye etme ve Batı sistemi ile bütünleşme ortak politikalar haline geldi. Hal böyle olunca da partileri birbirinden ayırmakta başvurulan ölçütler arasında liderin kişiliği, partinin “imajı”, yürütülen seçim kampanyasının göz boyama düzeyi ve hangi partinin daha ahlaklı olduğu gibi unsurlar öne çıktı.
Ecevit’in Oran’daki evinde çay içmesi veya eşi Rahşan Hanım ile sürdürdükleri uyumlu evlilik hayatı, onun dürüst kişiliğinin imajları oldular. Ancak ahlakilik talebinin yükselişi esas olarak siyasal İslam’ın ekmeğine yağ sürdü. Necmettin Erbakan’ın diğer partileri manevi değerleri ihmal etmekle suçlayan siyasi çizgisi giderek daha fazla ilgi çekti. 1990’ların başlarından itibaren Refah Partililerin “Müslüman” olmaları nedeniyle çalıp çırpmayacak ahlaklı kişiler olduğu düşüncesinin cazibesine kapılan seçmenlerin oranı artmaya başladı.
Necmettin Erbakan’ın “adil düzen” söylemi, hem solun boşalttığı alandaki sosyal adalet talebine hem de neoliberalizmin çürüttüğü ahlaklı siyaset ve siyaset adamı talebine cevap veriyordu. 1970’li yıllardan beri “manevi kalkınmanın” önceliğini vurgulamıştı.
Bu arada solculaşma tehlikesine karşı 12 Eylül sonrası devletin yürürlüğe koyduğu Türk-İslam sentezi stratejisi de, toplumu muhafazakârlaştırarak Erbakan’ın değirmenine su taşıdı. Böylece giderek daha fazla sayıda seçmen, yaşadığımız ahlaki çürümeye karşı muhafazakârlaşmanın iyi bir çözüm olacağını düşünmeye başladı.
KIRK YILIN BİLANÇOSU
AK Parti iktidarına giden süreçte, başka faktörlerin yanısıra, seçmen psikolojisi ile ilgili olarak ahlaki çürümeyi muhafazakârlaşarak önleme arayışı da rol oynadı. Partinin adındaki “kalkınma” sözcüğü kurucularının siyasi geçmişindeki siyasi kodlara gönderme yaptığı gözlerden kaçmıştır. Ne var ki yirmi üç yıllık kesintisiz hükümet pratiğinin ardından, toplumun daha yüksek standartlara ulaşması şöyle dursun, daha da yozlaştığı gözleniyor.
Geldiğimiz noktada, suç oranlarının ve infial yaratıcı olayların sayısındaki artışın da gösterdiği üzere muhafazakârlaşarak toplumun ahlaki standartlarını yükseltme iddiası başarısız oldu. Bunun temel nedeni, AK Parti’nin ahlaki değerlerin tepeden indirilen politikalarla değil, ekonomik adalet; liyakat; çalışan, üreten ve geleceğe güvenle bakan bir toplumsal ortam; siyasal istikrar ve dayanışma kültürü ile ilişkili olduğunu anlamak istememesi.
Aksine, ANAP’la başlayan neoliberal ekonomi politikalarını sürdürüp üretimden kaçışı, yoksullaşmayı, borçlanma kültürünün mirasını sahiplendiler. Üzerine de kutuplaşma dilini ve liyakatsizliğin zirveye tırmanmasını eklediler. Yolsuzluklar açısından ise olumlu anlamda bir fark yarattıklarına şahit olan yok.
Kısacası muhafazakârlar ahlaki çürümeyi besleyen sosyo-ekonomik temeli sabit bıraktılar. Bu temelin üzerinde sadece kültür politikaları düzeyinde çözümler üretilebileceğini sandılar. Bugün Türk toplumu, tuttuğunun elinde kaldığı, güvendiği dağlara kar yağdığı duygusu içinde derinleşen bir karamsarlık yaşıyor. Yeni olan durum bu: infial yaratan olaylar çaresizlik duygusunu yükseltiyor.