Marx 200 yaşında
5 Mayıs 1818’de Trier’de dünyaya gelen ve Genç Hegelci bir üniversite öğrencisi olarak ustasını anladıkça onunla ve dünyanın yanlışlarıyla savaşmaya kararlı bir kişilik oluşturan Karl Marx, 1839’da 7 defterlik felsefe çalışmalarında işe Epiküros’la koyularak, güçlü iç yönelimini Vahşi Şarkılar adlı şiir kitabındaki şu dizelerle dışa vurur (1841):
Benim harcım değil
Barışık yaşamak dünyayla
O bitmeyen kavgada olmalıyım
Kaygısızlık değil benim harcım.
Yaşamı boyunca saygısını yitirmediği Hegel’den öğrendiklerini kıyasıya eleştirmekten de geri durmayan Marx, bütün ömrünü insana, yaşama, doğaya ve tarihe dair yanılsamalara adar; onların aşılması için felsefede yepyeni bir ilkeyle toptan altüst oluş sürecini başlatır: “Filozoflar dünyayı yorumlamakla yetindiler, mesele onu değiştirmektir.”
DEĞIŞIM DOĞADAN BAŞLAR
Tarih, Marx’a, insanın doğayı değiştirmekle kendisini de dönüştürüp yarattığını gösterir. Bulduğu taşı araç olarak kullanmakla işe başlayan insan, onu yontarak eski taş olmaktan çıkarırken, her nesneyi elleriyle yeniden biçimlendirme yetisini fark eder: Emek. Böylece üretmeyi öğrenir, ürettiklerini sahiplenir; ne ki, insanlar arasındaki doğal eşitsizlik, üretilen şeylerin ve araçların pekiştirdiği güçle toplumsal boyut kazanırken, yaşam, binlerce yıl özel mülkiyetin çizdiği sınırlarla kuşatılır: Mülk sahipleri, güçlerinin mülkten, üretim araçları sahipliğinden geldiğini kavradıkça, bu gücü korumak ve kalıcı egemenliğe dönüştürmek üzere mülkiyeti kutsallaştıran yasalar ve dinsel kurallarla toplumu kıskıvrak çevirir. Dahası insanı mülk edinme yani köleleştirme kuralını getirir. Bu, insana kölelikten çıkış zorunluğunu dayatır: Tarih, artık, sınıf savaşları üzerinde çeşitlenip zenginleşen nice uygarlık ve kültür birikimiyle emeğin özgürleşme süreci olarak gelişir. Marx, insanın yanılsamalardan kurtulmak için oluşturacağı yeni fikirleri maddi bir güce dönüştürecek olan nesnel toplumsal gücün, tarihin modern öznesinin üretimdeki belirleyici rolünden ötürü işçi sınıfı olduğunu öngörür.
BUGÜN NEREDEYIZ
Marx’a göre, insan, içgüdülerini ve doğal gereksinimlerini aşmakla insanlaşır. Bu, çalışma ve üretimle gerçekleşir. Karıncalar ve arılar da besinlerini yatırım amaçlı dönüştürür, ama onlardaki üretim bilinci içgüdüseldir; sürekli değişen ihtiyaçlarına ve güzellik kurallarına göre üreten insan, kendini emek süreçlerinde duyusaldan toplumsala taşırken, bilincini de durmadan aşar. Başka deyişle, insanın bilinci, toplumsal ilişkiler içinde edinilir ya da yitirilir. Bu bağlamda, din, kendi kuralları ve koyduğu yasaklarla tanımladığı insanın şu ya da bu yöndeki gelişmesini denetlemeyi amaç edinir. Yasaların yanı sıra günde beş vakit yinelenen kurallarla toplumu denetleyen egemen güçler, bir bilinç sapmasını önlemek için insanı ömür boyu gözetim altında tutar. Tevfik Fikret, Tarih-i Kadim şiirinde insanı şöyle tanımlar: “Putunu kendi yapar, kendi tapar.”
YANILSAMALAR BURGACINDAN ÇIKIŞ
Marx, bugün insanın mafyokrasiyle getirildiği Yeni Ortaçağ’daki çürümenin gerekçesini daha 150 yıl önce (1867) Kapital’de öngörmüştü: “Tıpkı bir dinde insanın kendi beyninin ürünü olan şeylerin yönetimine girmesi gibi, kapitalist üretimde de insanoğlu, kendi elinden çıkma ürünler tarafından yönetilir.” (Sol Y., çev.: Alaattin Bilgi, s. 592) Bu çifte basınca yenik düşerse, insanı teknolojik donanımlı serflik düzeninin beklediğini işaret eden Marx’ın kehaneti ne yazık ki gerçekleşmiştir: Teknolojik yanılsatmaları aydınların ayartılma ve ihanetinin de berkitmesi sonucu, duyular ve akıl arasındaki gerilimi en düşük düzeyde yaşayan, böylece toplumsal ilişkilerinden yalıtılan insan, bilinçli davranışları içgüdüsel tepkilerle yer değiştirmeye zorlanarak yönlendirilmektedir.
Emekçiler sosyal medyada yanılsamalar burgacında bocalamaktansa 1 Mayıs’taki yüz yüze buluşmaları kendi kitle örgütlerinde yaşayabildikleri oranda emeğin özgürleşmesinin etkin özneleri olmayı başaracaklardır.