Mehmet Seyda -(TAMAMI)
13 Temmuz Mehmet Seyda’nın ölüm yıldönümüydü, eşi Nihal Hanım’ın çabalarıyla İstanbul’da bir de anma etkinliği düzenlendiğini öğrendim, ama katılamadım. Bizim ustamızdı o, ben çok şey öğrendim bu değerli yazarımızdan. Onun Kapatma, Evimin Erkeği gibi öyküleri edebiyatımızın unutulmaz öykülerindendir bana göre, ayrıca romanlarındaki anlatımından, gözlemlerinden çok farklı tatlar aldım, Türk yazı diline konuşma dilinin sesini, soluğunu, sıcaklığını katan ustaların başında anarım hep.
Yazık ki onu son zamanlarda unutulan yazarlardan söz açılınca anıyoruz, ne zaman “unutulan yazarlar”dan söz edilse, o en başta anımsanıyor. “Unutulanlar” dediğimizde unutmuyoruz Mehmet Seyda’yı. Bize özgü bir vefa bu.
Altmışa yakın mektup almışım bu değerli yazarımızdan, mektuplarını aksatan o değil, ben olurdum çoğu zaman, başlangıçta vaktini alıyorum diye çekinir, salt bu nedenle, onun zamanını çalmamak için yanıtlarım gecikirdi. Ama iş öyle değilmiş! Bir keresinde yanıtını alamadığı bir mektubunun fotokopisini göndermiş, biraz da kaygılı, neden yanıt alamadığını sormuştu. O zaman anladım ki, iş olsun diye değil, benimle yazışmaktan gerçekten hoşlanıyor, bize emek vermekten büyük zevk duyuyor. Hele şu satırlarını okuduktan sonra ona yazmaktan çekinmek olur muydu?
“3 ay kalmayı düşünerek, bu ayın dokuzunda Altınova’ya gidiyoruz. Dün yaşamımın en uzun romanına noktayı koydum. Altınova’da daha çok okuma olanağı bulacağım. Acaba, yayımlanmaya hazır öykülerinle romanlarını okuyup yararlanmam için bana göndermeyi düşünür müydün? Ben de neleri gözlemlediysem yazarım sana. Bir ‘sanat alışverişi’ doğardı aramızda. Merak etme: Kirlenmezler, yok olmazlardı. Sana geri gelirlerdi.”
Benim şansımı görüyorsunuz değil mi? Böylesine büyük bir usta, yayımlanmadan önce romanlarımı, öykülerimi okumak, düşüncelerini bana yazmak istiyor. O yıllarda bir dosyayı çoğaltmak öyle kolay değildi, bu nedenle kirletmeden, kaybetmeden geri göndereceğine de söz veriyor, benim aklımdan geçmeyecek şeyleri bile düşünüyor. Örneği az bir incelik bu!
İlk kitabım Çürük Kapı’yı gönderdiğim yıllarda başlayan, “Toprak Kovgunları” ile pekişen dostluğumuz ölümüne kadar sürdü. Bu altı-yedi yıl içinde ondan aldığım mektup sayısı altmışa ulaşmış. Bilmiyorum sevdiği bir ustasından bu kadar çok mektup alan başka bir genç yazar olmuş mudur? Ya on yıl daha yaşasaydı, bir yazardan en çok mektup alan biri olarak, rekorlar kitabına bile girebilirdim, kim bilir! Bir ara “Romancı Günlüğü” köşesinde Aydınlık’ta da yazmıştı. Onun her mektubu benim için derslerle doluydu, öğreticiydi:
“Bizdeki gerçekçilerin çoğu bu tutuma boş vermişler, diyelim bir ağayı yedi kat yerin dibine batırmış, bir ırgatı göklere uçurmuşlardır. Oysa her insan toplumsal koşulların ürünüdür alt yanı. Ailesi, çevresi, sosyo-ekonomik ilişkileri oranında, bedensel yapısı, cinsiyeti, iyi bir yazarın gözünden kaçmayacak daha bir yığın şey belirler onu. John Locke, deneysel psikolojinin önemini daha on yedinci yüzyılda vurgulamıştı. Sen ve ben onu unutabilir miyiz?” (6 Ocak 1986)
Mehmet Seyda’nın yukarıda söylediklerini sanırım Nazım da yol gösterdiği genç yazarlardan birine ilginç bir yorumla söyler: “Kapitalistleri hep kötü insanlarmış gibi anlatırsanız, okur,’Yahu şu kapitalistler iyi insanlar olsalar, aslında kapitalizm fena bir sistem değil’ diye düşünürler.”
Nazım gibi, Mehmet Seyda da o günlerde genç olan bizlere emeğini hiç esirgemedi. Işıklar içinde yatsın!