Melezleşen futbol
Gittikçe melezleşiyoruz. Ziraat ürünlerinde melezleşme belki faydalı sonuçlar veriyor ama sosyal yaşamda aynı şeyi söylemek pek mümkün değil. Yalnız bir olayda değil her olayda böyle.
Geçtiğimiz günlerde her sabah yaptığım gibi Göztepe Parkı’nı geziyorum. Gerçekten de güzel bir alan. Sanıyorum Hyde Park’tan kopyalamışlar. Gül bahçesi olarak ayrılan kısım tıpkı İngiltere’deki Kraliçe’nin parkı gibi olmuş. Galiba bir işi en sonunda iyi taklit etmişiz. Gül bahçesini gezerken gördüğüm manzara beni bir hayli düşündürdü. Gezdiğim ve gördüğüm birçok fidan dünyaca meşhur kişilerin isimlerini taşıyor. Beethoven, Mozart gibi. Hatta bu isimler arasında yabancı devlet büyükleri de var. Ama ne var ki bizim herhangi bir insanımızın ismi yok. Hatta bizim gururumuz Isparta gülünün adı bile geçmiyor. Güllerin hepsi ithal edilmiş. Sanırım beş altı yıl evvelki parkın kompozisyonda bulunan güllerin Ilıcaklar tarafından ithal edildiği iddia ediliyordu ama son gördüğüm manzaradaki güller hangi kalantorlar tarafından ithal edilmiş pek bilemedim.
Parktan sonra Göztepe’den Şaşkınbakkal’a doğru giderken daha ilginç ve ilginç olduğu kadar hüzünlü manzaralara şahit oldum. Hemen hemen bütün işyerlerinin isimleri yabancı dildeydi. O kadar ki; bizim kıyıda köşede fasulye pilav yemek için aradığımız yerlerin isimleri bile, “Pilav Station” olmuş. Artık öyle bakkal gibi küçük esnafa hayat yok. Hepsi süpermarket olmuş ve yabancı isim almış. Gömleklerin bedenlerini bile yabancı dilde telaffuz ediyoruz. Yine kıyıda köşede aradığımız koltuk meyhaneleri ve servis yapan miçolardan eser bile yok. Hepsi “pub” olmuş gitmiş. Hepsini saysak uzun sürer.
Ya futbolumuz? Bilmem tekrarlamama gerek var mı? Zaman zaman söyledik. Türkiye’de ligler profesyonel olduktan sonra futbol da tamamen melezleşmeye başladı. Ağızlara sakız olmuş bazı çantadan yetişme profesörler “bizde futbolcu yetişmiyor” diye ahkam kesiyorlar. Yetişmiyor değil, yetiştiremiyorsunuz daha doğrusu yetiştirmek istemiyorsunuz. Bu nedenle Türkiye’yi moloz futbolcu hurdalığına çevirdiniz. Avrupa liglerinde oynayan Türk çocuklarına bakın öyle karar verin. Bu kafadaki insanlar tabiî ki futbolcu yetiştiremez “ne kaa ekmek o kaa köfte”.
Bildiğiniz gibi bir takım içinde farklı milletlerden farklı renkte insanlar iç içe ve yan yana oynuyorlar. Ama dikkat edilirse bütün bunlara karşın futbolumuz hep aynı düzeyde ve de daha bir süre değişiklik olmayacak gibi gözüküyor. Yeni yetmeler pek bilmeyebilir. Bizim kuşakta melezlemeye pek yer yoktu. Yalnız biz değil bütün takım oyuncuları liseden takıma girmişlerdi. Yabancı oyuncu getirmek pek akıldan geçmezdi. O günlerde iki tane yurtdışı transferi gerçekleşti. Birincisi; Adalet Takımı’na Arjantinli Oscar transfer olmuştu. Bir diğerinde ise, Fenerbahçe, Süleyman ve Bahri isimli iki oyuncu transfer etti. Bu oyuncular Arnavut Milli Takımı’nda oynuyordu. Süleyman ve Bahri, bir Romen gemisi ile Rusya’ya giderken Boğaz geçişi sırasında kendilerini denize attılar ve Türkiye’ye gelmiş oldular. Fenerbahçe Kulübü’nün kendisi de Arnavut olan ikinci başkanı Müslüm Bağcılar tarafından da özel mukavele ile Fenerbahçe Kulübüne alındılar. Bahri santrafor, Süleyman ise orta alan oyuncusu idi. Takıma gelen yabancılar ile uyum sağladık. Birlikte 1950 yılında İnönü Stadı’nda Beşiktaş ile oynadığımız Vali Kupası maçında, Fenerbahçe Zekeriya Bali’nin golüyle maçı 1-1 tamamladı ve uzatmalarda 98. Dakikada benim attığım kafa golü ile bu kupa Fenerbahçe’nin oldu. Bu kupanın kazanılmasında pek fazla rolleri olamamıştı. Uyum sağlanmasına sağlanmıştı ama çok büyük futbolcu olmadıkları için yıldızları pek parlamadı.
Özetle; bizim kuşakta melezleme yoktu ama büyük futbolcular vardı. Onlar varken yurtdışından futbolcu almanın pek de gereği yoktu. Çünkü o zamanlarda lise takımlarından birer dünya çapında futbolcular yetişiyordu ve bu nedenle melezleme de pek mantıklı bir şey değildi.