Menderes-Demirel-Özal ve Tayyip Erdoğan'ın elinde sadece buldozerler vardı
Konuşma ve konferanslarımda ülkenin yaşadığı siyasi felaketlerin insanımızı derin bir kasvete sokmaktan öte, ülkesi adına umudunu ve güvenini sarsacak bir noktaya getirdiğini görüyorum.
Yaşadığımız felaketler normaldir demeyeceğim, ancak büyük resim, modernleşme-şehirleşmeyi gözden kaçırırsak, güçsüzlüğün faturasını kendimize çıkartır hayal kırıklıkları içinde ufalır gideriz.
***
Sanayileşme çağıyla on bin yılın değerleri ve inançlarının birkaç on yılda değişmesi, erimesi, çatışması, dönüşmesi ve bambaşka bir değerler içine girmesi, tüm dünya coğrafyaları için hiç de kolay olmamıştır.
Son iki yüzyılı hızlı çekilmiş yarım saatlik bir filme alabilme şansımız olsa devasa ve altından kalkılamaz bir köylü istilası karşısında şehirlerin ve devletlerin ve dinlerin ve krallıkların ve coğrafyaların paramparça olduğunu, yüzlerce iç savaş ve kaosla toplumların baş edemediğini görürüz.
Modernleşme dediğimiz eski ve yeni değerlerin savaş alanıdır, cephesi bütün şehirlerdir.
Otuz-kırk yıl içinde beş-on milyon insanın sıfırdan gelip yerleştiği şehirlerin alt yapılarını, tapularını, imarını, sosyal düzenini, işbölümünü, sosyal yardımlarını, işsizlik sigortalarını, tazminatlarını, hukuk kurumlarını ve eğitim kurumlarını ve hastanelerini hazırlamak, karşılamak mümkün değildir.
Ve şehrin sosyal değerlerine yabancı büyük kitlelerin ‘güvensizliklerini’ gidermek onları yakın-akraba-şeyh-ağa-aşiret ve cemaatlere olan derin bağlılıktan (sadakat) kurtarıp işgüvencesi ve sigortası olan modern birey ve yurttaşlar haline getirmek tüm tarihlerin en zor siyasi ve sosyal kavgası olmuştur.
Ülkemizde 1950’lilerde başlayan köyden şehre büyük göç, mesela 1980’li yıllardan itibaren ülkeyi aştı, devletin ve cumhuriyet kurumlarının kontrol edemeyeceği büyük bir tsunamiye dönüştü.
Hızla şehirlere akan bu büyük göçü sağcı muhafazakar partiler seksen yıldır sadece ‘oy deposu’ olarak gördü ve bu sosyal felaketi önleyecek sosyal tedbirleri, planlı kalkınmayı başaramayıp bütün kurumlarını istilaya teslim eden bir sonuca ulaştı.
1950-2000 arası Türkiye, köyden şehre akını, tarihinde görülmemiş şekilde hızlı ve ağır ve çok kontrolsüz yaşamıştır, düşünün şehre on yılda gelmiş mesela beş milyon insanın sadece dışkısı düne kadar gübre olup doğaya karışıyordu, artık şehirde her şey baş edilmez yok edilmez çöp dağlarına dönüşüyor, bu kadar çocuk, okul, kurs, burs, yurt, kreş, hastane, yol, alt yapı, elektrik ve su ve iş alanları, düşünün.
Hızlı gecekondulaşma sadece imar yağma talanın önünü açmamış şehre yeni gelenlerin hukuk kural tanımayan aç iştahı, devleti ve dini ve hukuku kemirecek yepyeni tanıdık-akraba-yakın-hemşeri gibi örgütsüz illegal ilkel örgütlenmelerin gelenekten kopmuş yeni tür cemaatleşmenin önünü açmıştır.
İpin ucunun kaçırıldığı 80’li yıllardan sonra ise, sendikalar susturuldu, tazminat ve sigorta ve iş güvencesi yeniden patronların insafına bırakıldı ve bu güvensiz ortamda hemşerilik ve cemaatleşme ve tarikatlaşma pohpohlanarak sağ siyasetlerin oy depoları haline getirildi.
Bu ülkemize has bir gelişme değildir, laiklikle ve cumhuriyetçilikle ilişkili ve bir inanç kavgası hiç değildir. Şehirleşmenin hızı dünyanın her coğrafyasında bütün sert hukuk ve siyaset kapılarını kırmıştır. Dinler, devletler, coğrafyalar alt üst olmuş, I. ve II. Dünya Savaşları, istilalar, sömürecek yer bulmaya yerleşecek koloni aramalar, iki yüzyılda dünya bir çok defa alabora olmuştur.
Şehirleşme sadece makinelerin icadı ve fabrikalar ve yeni bir işçi sınıfı demek değildi, köyden gelen yığınlar, göklerdeki melekleri, cinleri, hurafeleri, korkuları, güvensizlikleri ve köy imamlarını da yanlarında getirdiler. Mesela l980’lerden sonra dahi Latin Amerika’da, İtalya’da, İsrail’de, Mısır’da ve ülkemizde en büyük sosyal yardım kurumları cemaatlerin elinde büyümüştür, sendikaların ve sivil sosyal kurumlarının değil.
Bu büyük göç, sendikaları, hukuku, sivil kurumları ve birey ve yurttaş haklarını önüne katarak ve ırkçılık, etnik, mezhep kavgalarıyla milyonlarca cana mal olarak büyük bir tsunamiye dönüştü.
Bu büyük göçle, şehirler değişti, değerler değişti, kurumlar değişti, siyaset değişti, ve okullar-eğitim, siyasi güçler değişti.
Sağ muhafazakar yapılar 1950’den başlayan bu büyük çığı arkasına alıp aralıksız seksen yıl sefa içinde iktidar oldu.
Demokrasiden anladıkları bu aç kitlelerin ‘oylarıydı.’ Demokrasiyi vazgeçilmez yapan sivil kurumlarla, tazminat, işgüvencesi, sigortayla, hiç oralı olmadılar.
Ve bu işsizlik ve güvensizlik korkusuyla savaşan kitlelerin istilasına ordu, emniyet, siyaset her yeri ağzına kadar açtılar, bu güvensiz kitleler, başıboş, istedikleri şekilde yuvalanıp devleti ve partileri illegal örgütlenmelerinin karargahları haline getirdiler.
Ve sonunda köy imamları, zihinsel beceri ve ustalıkları ve kol ve emek güçleri ve dehalarıyla değil, sadece ‘oy’ üstünlükleriyle şehrin en büyük gazete ve manşetlerinde ve siyasetinde ve meclisinde orantısız büyüklükte iktidar oldular.
Şehre yeni gelenler kendi emeklerine güvenecek, kendi alın terleriyle yaşayacak ve ne kendilerini ne devlet kurumlarını yönetecek zekada ve beceride hiç değildir.
Tazminat ve sigorta ve iş güvencesinin onları hurafelerden ve şarlatan şeyhlerden kurtaracak en büyük güç olduğunu hiç bilmezler.
Yüzyıllık emeklerle kazanılmış milli servetlerin değerini hiç bilmezler, hukuk ve ahlak değerlerinin nasıl büyük mücadelelerle kazanıldığından habersizdirler, onlar, ellerine sadece iki buldozer geçirip, dağları portakal kabuğu gibi, en narin tarihi şehirlerin tam ortasından gözünün yaşına bakmadan otoban geçirmeyi ve ihale ve imar yağması için vahşiliğin her türlüsünü göze almaktan korkmazlar.
Seksen yılın sağ muhafazakar partileri talanı ve yağmayı ve hırsızlıkları ve ihaleleri tarikat ve cemaatlerle bölüştü ve sonunda devlet çöktü, ordu çöktü, emniyet ve hukuk çöktü.
Bu kontrolsüz ve becerisiz boş inançlı kitleler karşısında tarihin hiçbir kalesi, hiçbir şehri dayanamamış ve sonuç kimsenin tahmin edemediği etnik, mezhep ve din savaşlarının içine düşmemiz kaçınılmaz olmuştur.
Sonunda Şener Şen’in Süt Kardeşler filmindeki bir köy öcüsü olan ‘gulyabani’ devletin ve Cumhuriyetin bugünkü fotoğrafı haline geldi.
Kardeşlerim, sağcılık, solculuk, Cumhuriyetçilik, İslamcılık, ülkenin bugünkü felaketlerine sebep değildir, siyasi fikir ve ideolojiler bu büyük çığ karşısında çaresizce boğuşan gölge savaşlarıdır.
Bu ülkede sağcı-solcu-İslamcı-Cumhuriyetçi değil, armutçuluk-elmacılık ya da bir taraf şekerci diğeri tuzcu ideolojisi ve partisinden olsa, yağma-talan ve cemaatleşme açısından değişen hiçbir şey olmayacaktı.
Köyden gelen büyük göç, modernleşmenin fırtınasıdır, Menderes-Demirel-Özal sırf sandıkta oy alabilmek için devleti ve hukuk’u harabeye çeviren bu kasırganın önünü açmış, bu kasırganın önleyici sosyal ve siyasi tedbirlerini ise hiçe saymışlardır.
Sosyal tedbirlere bir örnek vermek gerekirse kasırganın önünü açan onlarca gelişmeden sadece biri mesela ‘taşeronlaşmadır’, iş güvencesi ve tazminatı ve sigortasını kaybeden kitlelerin yakın-hemşeri ve cemaatlerin kapısına sığınması normaldir. Mesela devlet yurdunu bulamayan gençlerin cemaat yurtlarına girmesi olağan bir durumdur. Mesela imtihan kazanacak becerisi olmayanların yakın bir siyasetçiyi araması normaldir. Eğitilmemiş iş, emek becerisi olmayan insanların fırsatçı, leşçi, yağmacı, talancı olması eşyanın tabiatına ve bu sosyolojiye çok uygundur.
Sosyal tedbir örneklerini aynı şekilde çoğaltabilirsiniz, mesela kamu işletmeleri diyelim rejide çalışan yüz binleri tekeli kaldırıp kapıya koyduğunuz her şehirde sol partiler bir daha seçim kazanamamıştır, soru basittir, emeğine ve sigortasına güvenen insanlar tarikat, cemaat kapısına gitmez.
Köyden gelenlere, garantili bir iş ve sigortalı bir yaşam hazırlamak zordur, işine emeğine gücüne güvenebilecek zihinsel ve el kol becerisi kazandırmak modern toplumlar için en büyük sosyal derttir.
İki yüzyıldan beri ülkemizin de en büyük sosyal derdi de budur, ama açın Tanzimat’tan beri verilen siyasi kavgalara ya da sözümona liberallerin otuz yıldır yazdıklarına bakın, soyut inanç soyut özgürlükler üzerinde saç saça kavga ediyorlar; maden, kaynak, okul, eğitim gibi modern toplumun vazgeçilmez değerleriyle işleri hiç olmadı, sallama çay gibi sallama üfürme özgürlükler kırk yıldır bu ülke ekranlarında ve manşetlerinde alikıran başkesen naralarıyla kahraman oldular.
Menderes-Demirel-Özal, şehre yeni gelenlerin hurafeleriyle cahil imamlarıyla dahi işbirliğine girmekten kaçınmamıştır, işi, gücü, becerisi olan insanları değil, tarikat hemşeri ve cemaat yapılarına devlet kadrolarını açmışlar, liyakat ve beceriyi hiçe saymışlardır, fabrikası, iş gücü, sendikası olmayan soyut özgürlüklerden soyut bir demokrasiden halkı kandırıp zırvalayıp durdular.
Okulsuz, yurtsuz, hukuksuz bu soyut demokratik özgürlükler için bir de kendi yaşam öykülerini melodrama çevirip Yeşilçam filmleri gibi acıklı propaganda dramlarına dönüştürdüler.
Ve önlerinde hukuk’u örgütlenmeyi, sivil kurumları, insani değerleri, eşitliği, yurttaşlığı savunan parti ve yapıları ve sanatçıları da ya kovdular ya sürdüler ya da işkencelerden geçirmişlerdir.
Menderes-Demirel ve Özal bu büyük sosyal felakete ülkenin gücü yettiğince set olabilmesi için değil, bu felaketin kontrolsüz şekilde ülkenin hukuk ve bürokrasi kurumlarına istilasına açık kapı olmuşlar, bunun da adı inanç ve din özgürlüğü ve güya demokrasi olmuştur.
Eğitilmemiş zihinsel ve el kol becerisi kazandırılamayan kitleleri sırf dindar, sırf bizden, sırf adamım, sırf bizim köylü diye başıboş cemaat tarikat ve hemşeri derneklerinin kucağına ve sonuç, devleti de bu ucube illegal örgütlerin kucağı da bırakmışlardır.
Bu büyük sel felaketini durdurmak dünyanın bütün büyük ülkelerinde kolay olmamıştır, 19. yüzyılda İngiltere dünyanın bütün coğrafyalarını fethe çıktı ve bir yüzyıl sonra imparatorluğu dağıldı, bu sel karşısında, son iki yüzyılda Kutsal Roma, Rus, Osmanlı imparatorlukları dağıldı, Çin ve Hint bir yüzyıl köle oldu, Fransa 19. yüzyılda elindeki Cumhuriyet’ten kaç defa oldu, 1948 ve sonra Paris Komünü'yle büyük bir iç savaş yaşadı, peşinden I. ve II. Dünya Savaşlarıyla Avrupa kıtası ve dünya nükleer bombalarla patladı.
Dünya, sanayileşmenin ve şehirlerin getirdiği kontrolsüz yeni güçlerle yerinden oynadı, iki yüzyılda siyasi ve sosyal değerler defalarca alt üst oldu, Rönesans ve Aydınlanma’nın kalesi Avrupa’nın orta yerine ırkçı bir din geldi, ve hala dünyanın maden ve petrol soygunu Avrupa şehirlerini doyurmaya yetmedi, savaş son hızıyla sürüyor.
Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi, evrensel insanlık değerleri, modern hukuk, birey, yurttaş, sendikal haklar, tazminatlar, sigorta ve iş güvencesi, işçi sınıfı ve aydınların çok büyük bedellerle kazandığı bu büyük haklar dahi kırk-elli yıl gibi çok kısa ömürlü oldu ‘kağıt üzerinde’ kaldı, işte Avrupa’da aşırı sağ yeniden iktidar oldu, ve Avrupa kıtası şimdi Afrika ve Ortadoğu’dan bambaşka bir göçle yeniden kuşatıldı.
Sosyalleşmek, sosyal kurumlar inşa etmek, hukuk karşısında herkesi eşitlemek, ülke madenlerine ve kaynaklarına sahip çıkmak ve eşitçe bölüştürmek, çok büyük bir kavgadır.
Bu değerleri, dünyamız, bir çok ihtilal ve iç savaşlara rağmen başaramadı, iç savaşlara büyük savaşlara sebep oldu, ve bu değerlerin eşitlik savaşı tüm coğrafyalarda bütün hızıyla sürüyor.
Şehrin işi zordur, şehrin işi, kendine yeten ülke ve kendine yeten insan’ı, yani, sadece kendine ve hukuk’a güvenen ‘insan’ı yetiştirebilmektir.
Ortadoğu toprakları sosyal gücü sigortası sivil kurumları çok güçlü olan şehirlere sahip olabilseydi bugün bu kadar kolay iç savaş ve harabeye dönüştürülemezdi, aynı felaket ülkemizin kapısındadır.
İnançlarınız, fikirleriniz, siyasetleriniz ne olursa olsun modern toplumun hedefi şeyhe, tarikata, akrabaya, cemaate kimseye muhtaç olmayan kendi emeği ve kol ve zihinsel becerisiyle yaşayabilen insanları yetiştirmektir.
Menderes-Demirel-Özal ve Tayyip Erdoğan ise en kolay tarafı seçtiler, bu ülkenin seksen yılını heba ettiler, tarihin bu en büyük kasırgasının dehşetini daha da büyüttüler, şehre iş bulma yeni bir hayat kurma hevesiyle gelen kitlelerin işini, sigortasını, güveninin değil sadece oylarını kurnazca alabilmenin derdine düştüler, sorun şu ki, onlara oy desteği veren cemaatler de çok kurnaz çıktı.
Sağcı iktidarlarla geçen son seksen senenin özeti şudur, şehre yeni gelen insanlarımızın eğitim, bilim, sanat, iş becerisi ve zihinsel gelişmelerine yardımcı olacak ‘şehri’ geliştirmediler.
Menderes-Demirel-Özal ve Tayyip Erdoğan’ın güya imar ettikleri güya yol açtıkları güya büyüttükleri şehirlerde sadece ‘buldozerler’ vardı..
Gerçek budur, Menderes-Demirel-Özal ve Tayyip Erdoğan’ın büyüttükleri şehirlerde hukuk, iş güvencesi, tazminat ve sigortayı konuşan yazarlar-aydınlar-akademisyenler hiç olmadı.
Gerçek budur, sosyal hakları, sosyal güvencileri, sosyal, sivil kurumları olmayan şehirleri kimse ayakta tutamaz, işte tıpış tıpış Musul’un fethine gidiyoruz.
İki soru sorun kendinize, bir, bir büyük savaşa girişimiz neden bu denli zorunlu hale geldi, iki, bu savaşı durdurabilecek siyasi ve sosyal bir güç kaldı mı elinizde?
Cevap, devleti ve hukukumuzu istila eden şey neyse sınırlarımızdan taşıp başka ülkelere hücuma geçen şey de aynı şeyin sonucudur: Kendine yetemeyen insan, kendine yetemeyen ülke!