25 Kasım 2024 Pazartesi
İstanbul
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Metin Erksan ve sansür

Burçak Evren

Burçak Evren

Gazete Yazarı

A+ A-

Türk sinemasında kimi yönetmenlerle özdeş hale gelen kavramlar-sözcükler vardır. Ya da kimi yönetmenlerin iç dünyalarını, ideolojilerini, yaşama bakış zenginliklerini filmlere yansıtmada öncelik tanıyıp, öne çıkardıkları, filmlerine özne yapıp, onun üzerinden kahramanlarını, olayları ve olguları anlatmayı yeğledikleri bir tutkuları vardır. Kimi istisnalar olsa da çoğu filmlerinde, bu kavramlar saklanmaz, ortaya çıkar, kahramanlar ve olaylar hep bu kavramların çevresinde dolaşır ve çoğu zaman da onlarla örtüşür. Örneğin Halit Refiğ “yasak aşk” motifiyle özdeşleşip filmlerinin çoğunun yapısını bunun üzerine kurulur. Memduh Ün için küçük insanların, küçük dünyalarını naif bir yaklaşımla anlatan bir yönetmen demek hiç de yanlış olmaz. Lütfi Akad’ın olaylara ve kişilere soğukkanlı ve nesnel bakışı, Ömer Kavur’un yarı fantastik dünyası, Zeki Demirkubuz’un iç ödeşmelerden kaynaklanan huzursuzluğu ve iletişimsizliği, Yılmaz Güney’in coşkusu ve sıcaklığı, bu yönetmenlerle özdeşleşen ve de yapıtlarında öne çıkan özellikler olarak tanımlanabilir. Metin Erksan’ın bu birbirinden değişik skalada payına düşen ise öfke, saplantı-tutku ve de üstü kapalı şiddettir. Huysuz ve de öfkeli olma halinin saplantı diyebileceğimiz bir toplamda yer alması, Erksan’ın yalnızca filmlerine değil, gerçek yaşamını da kuşatan bir hal, filmlerine egemen olup öne çıkan bir olgudur. Tecimsel kaygılı filmlerinin dışında kalan hemen hemen her filminde bu halli, bu kavramların somut biçimlendirilmesini görmek mümkündür. Erksan, ayrıca Türk sinemasında sansürle başı sıkıntıya giren yönetmenlerin en ön safında yer alır. Sinemaya başladığı yıllarda karşı karşıya kaldığı tüm sıkıntılar, onun sinemacılık serüvenin her döneminde karşısına çıkmış, yaşamının büyük bir kısmını yasaklanan filmlerin gösterimi için çaba harcamakla geçmiştir. Erksan sinemaya nasıl başlamışsa, bir bakıma öyle bitirmiştir: Yasaklar, filmlerinin kesilip-biçilmesi, tartışmalar, kavgalar, suçlamalar vs.Erksan 1952’de ilk yönetmenlik sınavını verdiği Aşık Veysel’in Hayatı (ya da sansürün yakıştırdığı adla Karanlık Dünya) filmiyle daha sinemada bolca karşılaşacağı tüm sorunları toptan yaşamıştır. Filmin ilk tartışması senaryo hakkında olmuş, senaryoyu yazan Bedri Rahmi Eyüboğlu ile Erksan birbirini suçlayıcı yazılar yazmıştır. Erksan’ın bu konuda yazdıkları ise şöyledir:“Bedri Rahmi ve onun gibi düşünenler memleketi hala Piyer Loti gözüyle görmek istiyor. Onlar için insanın psiko- sosyal davranışının , onun mücadelesinin ve onun realitesinin önemi yoktur. Bedri Rahmi senaryosunu tablolar gibi yapmış. Muhtevasız, şekilsiz bir yığın motif halinde. Üstelik sinemaya dair hiçbir bilgisi yok. Senaryo nedir bilmiyor. Sinemanın kurallarından hiç anlamıyor. Tabii böyle mariz bir insan sevgisiyle, halka karşı Piyer Loti hayranlığı ve metotsuz bir düşünceyle ileri, halkçı ve gerçek sanat filmi yapılamaz.” Ama Erksan’ın bu öfkesi yalnızca senaryoyu yazan Bedri Rahmi ile kalmaz daha ileri giderek filmini çektiği Aşık Veysel’e dek uzanır:“Veysel’i tanıyınca onun geri ve basit bir sanatçı olduğu kanaatine vardım. Devrin büyüklerine övmeler yazılarak, kendi gerçeklerine sırt döndürülerek ve aşk türküleri düzenleyerek kazanılmış bir şöhret. Filmin rejisörlüğünü bana verdikleri zaman şöyle düşünmüştüm: Pir Sultan Abdallar’ın, Dadaloğlu’ların bugünkü benzerinin hayatını filme alıyorum. Yazık ki, düşündüğümün tam aksi oldu. Nitekim Veysel’i kendi köylüleri de sevmiyor.”Erksan bu ilk filminde yalnızca kavga-tartışmalarla kalmamış, sonradan, tüm yaşamı boyunca karşı-karşıya geleceği sansürle de tanışmıştır. Sansürün boyu kısa buğdaylardan, hastanesi olmayan yöreye hastane yapımına dek her bir bölümünü değiştirdiği filmi, sonunda “bu film benim çektiğim filmi mi?” dercesine yabancı kalmıştır. İşin garibi film, o ve daha sonraki tüm dönemlerde sinema tarihlerine “ilk gerçekçi köy filmi” olarak geçmiş, Metin Erksan da toplumsal içerikli filmlerin değişmez yönetmeni olmuştur.