22 Kasım 2024 Cuma
İstanbul 17°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Modern sanat ve sosyalizm: İmkânsız birliktelik mi?

Ferhan Bayır

Ferhan Bayır

Eski Yazar

A+ A-

Birinci Dünya Savaşı korkunç yıkımlarıyla devam ederken Zürih’te sürgünde bulunan bir Rus, dünyayı kökten değiştirecek fikirlerini kaleme alıyordu. Lenin ‘Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması’ eseri üzerine çalışırken, evinin hemen ilerisinde bir grup sanatçı Kabare Voltaire adlı kulüpte toplanmış, sanatın bütün temellerini yadsıyan bir manifestoyu ilan ediyordu.

Lenin, burjuva toplumunun üzerinde yükseldiği kapitalist ekonomiyi paramparça ederken, bu sanatçılar da burjuva toplumunu ayakta tutan estetik değerlere saldırıyordu. Tarihin bu garip tesadüfü, modern çağa damgasını vuran siyasi ve sanatsal fikirlerin çelişkili birlikteliğini çok güzel biçimde özetlemektedir. Gecenin bir yarısı Lenin, Kabare Voltaire’den yükselen sanatçıların coşkulu seslerini duymuş mudur bilemeyiz ama, bu sanatçılar Ekim Devrim’in karşı konulamaz çağrısına büyük bir heyecanla katılmışlardı.

Modern sanat ve sosyalizm: İmkânsız birliktelik mi? - Resim : 1

VAHŞETİN VE DEVRİMİN ÇAĞRISI

Sol eğilimli şair ve oyun yazarı Hugo Ball’ın öncülüğünde kurulan bu topluluk, müzisyenlerden ressamlara kadar Avrupa’nın her yerinden gelen sanatçılardan oluşan enternasyonal bir gruptu. Uygarlığın bütün yaratıcı kavşaklarından geçmeyi reddeden bu topluluk, ilerlemenin ve aklın savunucusu Aydınlanma’nın filozofu Voltaire ismini bir kenara bırakıp, bebek konuşmasını andıran ‘Dada’ adını benimsedi.

Sahne gösterimleri, resim sergileri, şiir ve müzik dinletileri düzenleyen bu topluluk, sanat anlayışlarını “hem soytarılık hem de ölüler için ayin” olarak tanımlarken, Batı uygarlığının tümüne karşı çıkan sanatsal gösterimlerde bulunuyordu. Rastgele seçilmiş sözcüklerden, anlamsız hecelerden oluşan şiirler okuyan, müzik dışı araçlarla ‘bruitist’ müzik icra eden bu topluluk, sanatın anlam bütünlüğü parçalamayı hedefliyordu.

Fovizm’den itibaren modern sanatta gündemde olan ilkellikten, barbarlıktan ilham alarak, krizler ve savaşlardan başka bir şey sunmayan burjuva aklının ve bilincin temellerini hedef almaktaydı. Bu avangard sanatçılar, hastalıklı burjuva rasyonalizmine karşı ilkelliğin içgüdüsünü yeni sanat anlayışlarının temeli olarak gördü.

Sadece klasik sanat anlayışını değil, kendilerinden önceki avangard akımlara, Sembolizme, Fütürizme ve Ekspresyonizme karşı da bildiriler kaleme aldılar. Kısa süre içinde Dada etkisi Avrupa’nın başkentlerine hatta Moskova’ya kadar yayıldı.

Bu akımı benimseyen pek çok sanatçı bu tarz kışkırtıcı ve izleyicileri şoke eden sanatsal gösterimlerini kafelerde, sokaklarda da sergileye başlamışlardı. Bu rahatsız edici eylemlerin sanatsal amacı, savaşı soğukkanlı bir mantıkla benimseyen insanları sanatla sarsarak, onların koşullandırılmış bilinçlerinin dışında var olan bozulmamış ve saf duygularını açığa çıkarmaktı.

Sanatsal çizgilerinde öne çıkan bu politik eylemlerine paralel olarak Dada hareketini benimseyen birçok sanatçı, komünist partilere üye oldu. Özellikle Berlin’deki avangard sanatçılar savaşın sorumlusu olarak gördükleri Almanya’ya karşı topyekun bir kültür hesaplaşmasına girerken, kendilerine müttefik olarak Alman komünistleri görmeleri pek şaşırtıcı olmasa gerek.

Bununla birlikte komünistlerle Dadacılar (avangardlar) arasında uzlaşmaz bir çelişkili bulunmaktaydı. Amacı, sadece dünyayı yorumlamak değil onu değiştirmek olan bir ideolojiyle, var olan yapıları yadsıyıp yıkmanın ötesinde bir amacı olmayan bir sanat anlayışının birlikteliği kaçınılmaz olarak kısa sürecekti.

DELİLİĞE ÖVGÜ

Krizlerin ve savaşın yıkımları karşısında içinde yaşadıkları dünyanın parçalandığını düşünen sanatçılara göre hayat bütünselliğini kaybetmişti. Öyleyse insanların zihinlerindeki bütünsel fikirleri, inançları, güzellikleri de parçalamak gerekmekteydi. Ekspresyonizm ile başlayan sanatın anlam bütünlüğünü parçalama girişimleri Dada ve Sürrealizm başta olmak üzere sonraki avangard akımlar tarafından devam etti.

Hayata anlam bütünlüğünü veren en önemli şey olan dil, böylelikle avangardların yıkmak istedikleri en önemli kale haline geldi. Hastalıklı uygarlık binlerce yıldır gelenekleri ve kurumlarıyla insanların bilinçlerini hapsetmişti.

Şimdi avangardlar bu bilinçleri özgürleştirmek için kışkırtıcı her yolu deniyordu. En basit olan her zaman en çarpıcı olandır. Avangardlar sadece kalenin kapısı açtılar ve Avrupa’nın yüzyıllardır kilit altında tuttuğu deliliği “özgürleştirdiler”.

Rastgele seçilmiş sözcüklerle anlamsız edebi metinler oluşturularak kirli burjuva bilincinin arındırılamayacağını düşünen avangrad sanatçılar, uyuşturucu ve alkol gibi uyarıcı maddeler kullanarak bilinçaltındaki dilsel saflığa ulaşmaya çalışmıştı. Bilinçaltının da ne derece bilincin çürümüşlüğünden kendini koruyabildiği tartışmasıyla birlikte avangardlar bir adım daha attı. Deliliğin, şizofreninin dili bu sanatçıların aradığı gerçek dildi. Komünistlerle avangardların yolları tam bu kavşak noktasında bir daha yan yana gelmemek üzere ayrılmıştır.

20. yüzyılın başında modern sanat, deliliği geleneksel imgesinden bambaşka bir anlamda kullanmaya başlar. Eskiden delilik edebiyatta bir metaforken, avangard sanatla birlikte sanatın öznesi konumuna getirilir.

Modern sanatın dili, deliliğin dili haline gelir. Avangard sanatçılar, her zaman toplum dışı kalmış delilerin dilini kullanarak, eserlerine toplum dışı nitelik kazandırmaya çalıştı. Gündelik hayattan koparılmış delilerin diliyle eserlerini gerçeklikten, hayattan kopardılar. Modern sanatın deliliğin dilinde kendisini ifade etmesinde nihilizmin özel bir yeri vardır. 1848 Devrimi yenilgisi sonrası, ütopik sosyalizmin sanatçıya toplumu yeniden örgütleme misyonu biçen öncü rolünü hızla terk eden sanatçılar, Nietzsche’nin estetik anlayışına sığındı. Toplumsal sorumluluklarını yadsıyan sanatçılar nihilizmin etkisiyle bütün toplumu yadsımaya başladı.

Her şeyi yadsıyan, bencilliğin katlanılmaz yalnızlığında deliliğin sınırına yaklaşır.

Foucault, “Edebiyatta yeni alanlar yaratmak için deliliği taklit etmek veya fiilen deli olmak gerektiğini onaylamak için Nietzsche’yi düşünmek yeter”sözleriyle sanatta delilikle nihilizm arasındaki bu ilişkiyi dile getirmişti. ‘Deliliğin Tarihi’ çalışmasıyla birlikte Foucault, dolaylı yoldan da olsa, modern sanatta deliliği yeniden gündeme getirerek, bu ölümcül ilişkiyi güncellemiştir: “Oysa günümüz edebiyatının dili... tamamen anarşik bir hal almıştır. Yani, edebiyat ile delilik arasında ilginç bir yakınlık vardır. Edebi dil gündelik dilin kurallarının zorlaması altında değildir... edebiyat da sürekli olarak hakikati söylemeyi dayatan katı kurallara tabi değildir.”

Ne de olsa şair Antonin Artaud şizofrendi. Yazar Robbe Grillet ilk eserini, obsesyonel nevroz nedeniyle akıl hastanesine girmiş ve sonra intihar etmiş Raymond Roussel’e adamıştı. Van Gogh’un sanatsal yaratıcılığı delilikle özdeşleştiriliyordu.

YA SOSYALİZM YA BARBARLIK

Sosyalist gerçekçilikle avangard sanat arasında keskin ayrım, hakikatin bu şekilde yadsınmasıyla ortaya çıkmıştır. Kışkırtıcı, yıkıcı söylemlerine, çarpıcı ve şoke edici eserlerine rağmen avangardın tüm muhalif söylemleri, hakikatin duvarlarına çarpıp ufalanmıştır. Her şeyi yadsıyan avangard sanat, bugün New York’taki MoMA müzesinde, bir zamanlar topyekun yıkmak istediği kapitalizm tarafından kutsanarak, yüceltilmektedir.

Uygarlığın temeli olarak gördükleri müzeleri yakmayı manifestolarına yazan sanatçıların eserleri, modern müzenin temelini oluşturmaktadır. Sanatı özgürleştirmek için delileri tımarhanelerden çıkaran avangardlar, bugün modern müzelere kapatılmış, hapsolmuştur.

Toplumsal gerçekliğin “hakikati söylemeyi dayatan katı kurallarından” kendisini “özgürleştiren” bu sanat, kapitalizmin çarkları içinde ne kadar özgürdür? Modern sanat gerçeklikten kopup soyutlaştığı ölçüde metalaşmıştır. Hayatın gündelik gerçekliğini küçümseyen soyut sanat, kendisi meta fetişizminin en bayağı örneği haline gelmiştir.

Ekim Devrimi’nin yüzüncü yıl dönümünü geride bırakırken, dünyayı tımarhaneye çeviren emperyalizme karşı insanlar yeniden sosyalist ilkelere yönelmeye başlamıştır. Neoliberalizm kendi başkentlerinde yıkılırken, yüzyıl önceki krizde Dekadans’ın çıkmaz sokaklarında kaybolan sanatçı bu kez yürüyeceği yolu doğru seçmelidir.

“Ya sosyalizm ya barbarlık” sloganında barbarlığı tercih eden sanat, aynı hataya düşmemek için sanatının delirmesine neden olan nihilizmle hesaplaşmalıdır. Belki de, öncelikle Lenin’in ‘Emperyalizm’ kitabı okunmalıdır, Nietzsche’den çok uluslu şirketlerin finanse ettiği soyut sanata nasıl gelindiğini daha iyi anlamak için.