28 Kasım 2024 Perşembe
İstanbul
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Montrö: Türk Boğazları’na dar gelen gömlek-II

Halil Özsaraç

Halil Özsaraç

Gazete Yazarı

A+ A-

Geçen haftaki yazımı, “Kullanmadığınız jeopolitik güç, emperyalizme hediye edilmiş güçtür.” cümlesiyle sonlandırmıştım. Peki, 500 yıl önce “jeopolitik bir dev olmamızı kolaylaştırmış” bu iç su yolunun “jeopolitik gerçekliğini yitirmesi” normal midir? Tabii ki hayır. Barışı korumak adına Türk Boğazları’nın gücünden, -gönüllülükle- vazgeçmek mantıklı ve tutarlı bir davranış değildir. Bu tutarsız durumu anlayabilmek için tarihimize yolculuk etmek zorundayız.

Kuruluşundan yıkılışına Osmanlı Devleti, Türk Boğazları’nın jeopolitik gücü uğruna, inanılmaz mücadele etmişti. Özetle Türkler, 1299-1453 arasında, 154 yıl süren kanlı savaşlarla elde edebildiği “Türk Boğazları”nın gücünü, 1768-1918 arasındaki 150 yıllık zorlu savaşlar ile yavaşça bırakmak zorunda kalmıştı. Bu noktada, bırakılan şeyin boğaz kıyıları ile boğazdaki akıntılı suyun olmadığını belirtmek isterim. Gerçek güç, “geçiş rejimi”nin ta kendisindedir. Osmanlı Devleti, son 150 yılında Türk Boğazları’nın “geçiş rejimi”ni belirleme yeteneğini kaybetmemek için çok uğraşmış; ama, denizlerde zayıfladığından acı içinde imzalamak zorunda kaldığı antlaşmalarla da “geçiş rejimini belirleme hakkını” -yani, en gerçekçi gücünü- parça parça kaybetmişti.

KİLİDİN İLK DEFA KIRILDIĞI YIL: 1774

18. yüzyılın ortalarında, emperyalist İngiltere’nin kendi çıkarlarına hizmet ettirmek üzere gelişmesine yardım ettiği Rus Donanması, 1770’te, Çeşme’de, Osmanlı Donanması’nı büyük kayba uğratınca, savaştan başarısız sonuçlar alan Osmanlı, barış istemek zorunda kalmıştı. 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması’nın “vergisini ödeyen Rus ticaret gemilerinin Türk Boğazları’nı kullanmalarına izin veren” maddesi, Osmanlı’ya çok ağır gelmişti. Çünkü boğazlarımızdan ticaret gemilerini yüksek vergilerle geçirmek isteyen İngiltere, Fransa ve Hollanda bile, Osmanlı’yı kızdırmayacak dikkatli dış politikalar izlerken; Osmanlı Devleti, Karadeniz’de bile tahammül edemediği Rus ticaret gemilerinin Boğazlar’ı kullanarak Akdeniz’e çıkmasına sessiz kalacaktı. Bu durum, Rusya için “rüya gibi” bir başarıydı.

KARTOPUNUN BÜYÜDÜĞÜ YILLAR: 1809-1841

1798’de Napolyon’un Mısır’a saldırısıyla emperyalizmin denizlerdeki gücü karşısında acze düşen Osmanlı, emperyalistler arası rekabet üzerinden ölümcül “denge oyunları” politikasına sarılacaktı. İşte, birkaç yılda bir taraf değiştirerek “denizdeki zayıflamasına” çare arayan Osmanlı Devleti, Rusya’yla savaşırken, eski müttefiki İngiltere’nin düşmanca tutumunu önleyebilmek için 1809’da Kale-i Sultaniye Antlaşması’nı yapmak zorunda kalmıştı. Bu antlaşma, tüm yabancı savaş gemilerinin Boğazlar’dan geçişini yasaklamıştı. Zaten yasaktı. Öyleyse neden böyle bir antlaşma yapıldı? Çünkü, Osmanlı’nın tek başına bu yasağı uygulamaya, gücünün yetmeyeceğini düşünen İngiltere, kendi savaş gemileri için verdiği yasaklama garantisi ile birlikte, rakiplerinin savaş gemilerini engelleme taahhüdünü de vermiş; aslında bir garantörlük antlaşması imzalamıştı. 1774’te zoraki olarak Rus ticaret gemilerine verilen izinden sonra, yüzyıllardır yabancı savaş gemilerine uygulanan geçiş yasağı için 1809’da Türk Boğazları’nın başına, bir de “İngiliz garantörlüğü” çorabı örülmüştü.

Mora Türklerini katliamdan kurtarmaya çalışan Osmanlı-Mısır Donanması, 1827’de İngiliz-Fransız-Rus Birleşik Donanması tarafından Navarin’de imha edildiğinden denizde savaş yeteneğini büyük ölçüde yitiren Osmanlı Devleti, Yunanistan’ın kuruluşuna da, Fransa’nın Cezayir’i işgaline de karşı koyamamıştı. Denizde zayıf düşmenin yol açtığı kâbusların peş peşe yaşandığı bu travmatik dönemde Osmanlı, Ruslarla yaptığı savaşı bir an önce bitirebilmek için 1829’da Edirne Antlaşması’nı imzalamıştı. Bu antlaşma ile artık, barış döneminde, istisnasız tüm yabancı ticaret gemilerine boğazlarımızdan geçiş izin verilmişti. Yani, 1829’dan itibaren Türk Boğazları, bayrağı kime ait olursa olsun hiç fark etmez, kendisi ile savaş hâlinde olmayan tüm devletlerin ticaret gemilerine açık bir uluslararası su yoluna dönüşmüştü. Artık, Osmanlı devleti, Türk Boğazları’nı yalnızca Osmanlı çıkarlarına uygun davranan devletlerin ticaret gemilerine kullandırma; ya da Osmanlı çıkarlarına aykırı davranan devletlerin ticaret gemilerine yasaklama şeklinde özetleyebileceğimiz“jeopolitik gücü”nü” tümden yitirmişti.

Mısır’da başlayan 1833 Kavalalı İsyanı ile kendini sarsıcı bir iç savaş ortamında bulan Osmanlı Devleti, İstanbul’a erişebilecek isyanı durdurmaya yönelik askerî destek karşılığında Rusya ile 8 yıl süreli Hünkâr İskelesi Antlaşması’nı imzalamıştı. Bu antlaşmanın gizli maddesine göre “Avrupalı bir devletin Rusya’ya savaş açması durumunda, Osmanlı Devleti Türk Boğazları’nı Rus savaş gemilerine açacak, diğer yabancı savaş gemilerine kapatacaktı.” Yabancı savaş gemilerinin Türk Boğazları’na giriş yasağı, 1833-1841 arasındaki 8 yıllık dönemde, Rusya’nın olası savaş beklentisi nedeniyle Rusya lehine gevşetilmişti. 8 yıllık bu dönemde Rusya, -neyse ki- hiçbir Avrupa devleti ile savaşa girmediği için Osmanlı da, boğazlarını Rus savaş gemilerine açmak zorunda kalmamıştı.

Osmanlı, Mısır’dan Anadolu’nun içlerine ulaşan Kavalalı İsyanı’nı kendi gücüyle bastıramayınca, Batı emperyalizmi bu fırsatı kaçırmamış, Osmanlı İç Savaşı, uluslararası bir müdahale ile çözüme kavuşturulmuştu. Bu müdahale sonrasında, 1841’de imzalanan Londra Boğazlar Sözleşmesi ile Osmanlı, “barışta istisnasız tüm yabancı savaş gemilerini Türk Boğazları’na sokmamayı” taahhüt etmişti. “Rus savaş gemilerine, olası savaş için verilen 8 yıllık gevşetmenin süresi dolmuştu zaten; tüm yabancı savaş gemilerinin geçişi, eskiden olduğu gibi yasak işte, ne var bunda?” diyen olabilir. 1841 Londra Boğazlar Sözleşmesi’nin yol açtığı problem, bu yasağı uygulayacak garantörlerdeydi. Açıklamak gerekirse, “barışta, Türk Boğazları’na yabancı savaş gemisi giriş-çıkış yasağının uygulama sorumluluğu yalnızca Osmanlı Devleti’nde değildi; Avrupa’nın büyük devletleri de garantör olmuşlardı.” Yedi Kocalı Hürmüz’e dönen boğazlarımızın jeopolitik gücünü kullanım konusunda Osmanlı, inisiyatifini bir parça daha kaybetmişti.

1856-1871: OSMANLI, TÜRK BOĞAZLARI’NIN SAHİBİ Mİ, YOKSA BEKÇİSİ Mİ?

1853 Osmanlı-Rus Savaşı başlar başlamaz Sinop’ta uğradığı baskınla savaş filolarından birini kaybeden Osmanlı Devleti, emperyalist donanmaların Karadeniz’e girmelerine ve askerî güçlerini Kırım’a intikal ettirmelerine izin vermişti. Tüm Rus Donanması’nı imha ederek Karadeniz’den ayrılan emperyalistler, mağlup Rusya ile birlikte galip Osmanlı Devleti’nden de jeopolitik fedakârlık istemişlerdi. Neticede, 1856 Paris Barış Antlaşması ile Karadeniz, barış döneminde, yeryüzündeki tüm savaş gemilerinin giremediği bir denize dönüşmüştü. “Ne güzel işte, barış denizi oldu.” demeyin sakın: Emperyalistler, Karadeniz’e girişi kendi savaş gemilerine yasaklarken, yok edildiği için yeniden inşa edilecek Rus savaş gemilerine ve bir de Türk savaş gemilerine yasaklamışlardı. Yanlış okumadınız: 1856 yılında, emperyalistler tüm Türk savaş gemilerinin İstanbul Boğazı’nın kuzeyindeki Rumeli Feneri’nden Karadeniz’e çıkışlarını yasaklamışlardı. Bu yasağın kaldırılması için Osmanlı Devleti ile kuzey komşusu Çarlık Rusyası’nın emperyalistlere yalvarma dönemi başlamıştı. Tam 15 yıl boyunca Osmanlı ile Rusya’yı kendilerine yalvartan emperyalist İngiltere ve Fransa, deniz silah ve platformlarındaki teknolojik sıçrama nedeniyle, çabuk eskiyen teknolojilerini Karadeniz ve Doğu Akdeniz’deki düşman devletleri (Osmanlı, Rusya ve Yunanistan) birbirleri ile savaştırmak üzere satışa sunma ihtiyacı duymuşlardı. Bu nedenle, Almanya’nın da kurulduğu 1871 Londra Konferansı’ndan Osmanlı ve Rusya için çok şaşırtıcı bir karar çıkmıştı. 1871’de emperyalizm, Karadeniz’in tarafsız statüsünü ve savaş gemisi bulundurma yasağını kaldırıvermişti. Bu tarihten sonra Osmanlı Devleti ve Çarlık Rusyası, birbirleri ile Karadeniz’de savaşabilmek için borç sarmalına düşerek emperyalistlerden -yine yalvar yakar- silah satın alma yarışına gireceklerdi. Bildiğiniz üzere, mazlum-emperyalist ilişkileri, günümüze değin aynı gelenekte yürüyegelmiştir.

Özetle, “Türk Boğazları”nın jeopolitik gücü, 1774-1871 arasında, gerçekliğini tümden yitirmişti. Bu güç, Karadeniz devletlerinin gücünü tüketmek yerine, emperyalizmi Karadeniz’den uzak tutmak üzere Rusya ile iş birliği içinde kullanılabilseydi bugün tarih, çok daha farklı ve lehimize yazılmış olacaktı. Haftaya Sevr ve Lozan’daki Türk Boğazları’nın inceleneceğini hatırlattıktan sonra, haftanın son sözü: “Bir jeopolitik güç potansiyelinin sahibi olmak ile bekçisi olmak aynı şey değildir. Montrö, jeopolitik gücün sahibi olmak mıdır, yoksa sadece bekçiliğini yapmak mıdır?

Bence tartışmaya değer…”