Montrö: Türk Boğazları’na dar gelen gömlek-III
Geçen haftaki yazıma, “Türk Boğazları’nın gücü, barışı korumak adına -gönüllülükle- vazgeçilebilecek bir güç değildir.” diyerek başlamış, 1878’e kadar Türk Boğazları’nın başından geçenleri özetlemiş, sonuç bölümünü ise “Bir jeopolitik güç potansiyelinin sahibi olmak ile bekçisi olmak aynı şey değildir.” diyerek tamamlamıştım.
Türk Boğazları’na sahip çıkmayı beceremeyen Osmanlı, 1856’dan itibaren bu jeopolitik gücün bekçisi durumuna düşürülmüştü. I. Dünya Savaşı’nın ilk yıllarında, Osmanlı Devleti’ni paramparça etme niyetini artık gizlemeyen emperyalizm, Türk Boğazları için kendine yeni bir bekçi aramaya başladı. Türk Boğazları’nın bekçiliğini yapmaya istekli iki devlet vardı: Biri, tarihinin hiçbir döneminde emperyalizme sadakatten sapmayan Yunanistan, diğeri ise Akdeniz’e çıkmak için çırpınan Çarlık Rusyası’ydı. Gizli görüşmelerden sonra, ihale Çarlık Rusyası’na kalmıştı; ama devrim sürecine giren Rusya, I. Dünya Savaşı’ndan çekilince mesele karmaşıklaştı ve emperyalizmin evdeki hesabı çarşıya uymadı. Neticede, uzun vadede emperyalizme vereceği hizmetin büyük havucu olarak Yunanistan için rezerve edilen Türk Boğazları, 30 Ekim 1918 tarihli Mondros Ateşkes Antlaşması’nın imzalanmasından birkaç gün sonra İngiltere, Fransa ve İtalya’nın tam hâkimiyet alanına dönüştü. 1918 Kasım ayından itibaren kıyılarını işgal ettikleri Türk Boğazları’ndan “Kim geçecek? Kim geçemeyecek?” kararını ortaklaşa olarak İngiltere, Fransa ve İtalya vermeye başladı. “Türk Boğazları”nın paha biçilmez jeopolitik gücü, İngilizler, Fransızlar ve İtalyanların eline geçmişti. İşin kötüsü, Osmanlı yöneticilerinin -safça- geçici olduğunu varsaydıkları bu durum, son padişah Vahdettin adına sadrazamı Tevfik Paşa’nın 10 Ağustos 1920’de Sevr’de imzaladığı utanç belgesi ile kalıcılaştırılmıştı. Artık Türkler, Türk Boğazları’nın ve Marmara Denizi’nin bırakın sahibi olmayı, bekçisi bile değillerdi.
SEVR: TÜRKLERİN TÜRK BOĞAZLARI’NDAKİ HİÇLİĞİ
24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Barış Antlaşması’nın yürürlüğe girdiği tarihe kadar istisnasız uygulanan Sevr utanç belgesine göre, Türk Boğazları ve Marmara Denizi, barış/savaş hiç fark etmez, tüm zamanlarda; askerî veya sivil hiç fark etmez tüm gemilere ve uçaklara açık tutulacaktı. “Tam serbest olursa kavga etmeye de gerek kalmaz. Ne güzel işte!” falan demeyin sakın. Sevr’de, ne hikmetse, emperyalizmin tam kontrolünde bir Boğazlar Komisyonu kurulmuştu. Emperyalizm, kendi memurlarından oluşan tam yetkili bir komisyon kurmuşsa -ki, bu komisyonda Osmanlı, kendisine küçücük bir yer bile bulamamıştı- bunun anlamı tam olarak şudur: “Boğazlar’dan geçiş serbest ama, ancak emperyalizmin izniyle…” Bu durumu sağlama almak isteyen emperyalistler, Çanakkale Boğazı’nda 20 kilometre derinliğe kadar ve İstanbul Boğazı’nda ise 15 kilometre derinliğe kadar olan tüm toprak parçalarını işgal etmişlerdi. Sevr’de imzalanan utanç belgesi, Türkleri Çanakkale Boğazı’ndan tümüyle mahrum bırakmış, Karadeniz’de bir miktar kıyı alanına sıkıştırmış, hatta -İstanbul’da asayiş için gerekli Türk askerlerini saymazsak- Anadolu’da bulunmasına izin verilen sınırlı sayıda Türk askerinin de İstanbul Boğazı’na 15 kilometreden daha fazla yaklaşmasına izin vermemişti. Sevr’de emperyalizm, Yunanistan’a da aynı yasağı koymayı ihmal etmemişti. Trakya’yı işgal eden Yunan askerlerinin Çanakkale Boğazı’na 20, İstanbul Boğazı’na da 15 kilometreden daha fazla yaklaşmaları yasaktı. Dedim ya, emperyalizmin artık Yunanistan’a uzatıp uzatıp geri çekeceği “Türk Boğazları bekçiliği” adında kocaman bir havucu vardı ve oraların bekçisi olmak için emperyalizme daha çok hizmet edip hak etmesi gerekiyordu.
Son padişah Vahdettin “İmzaladım, ama onaylamadım.” dese de, emperyalistlerin fiilen yürürlüğe koydukları Sevr paçavrası, Türk halkının Mustafa Kemal Paşa’nın etrafında daha fazla kenetlenmesine yol açmıştı. İyi örgütlenen ve askerî potansiyelini bir araya getirip etkin hâle getiren Anadolu, Sevr’e güçlü cevaplar vermeye başlayınca emperyalistler, Türkiye’yi Karadeniz’e sıkıştırarak taşeronlaştırmaya çalışmanın -kısa vadede- uygulanabilir bir proje olmadığını anlamışlardı. Yeni bir hamleye gereksinim duyan emperyalist İngiltere, gönüllü taşeronu Yunanistan’ın aşırı yıpratılması pahasına Kurtuluş Savaşı’nı Anadolu’nun içlerine taşırken; Karadeniz üzerinden Millî Ordumuza yapılan lojistik nakliyatı ise fazlaca engellememeyi tercih etmişti. Bu yolla İngiltere, Türk-Yunan Savaşı’nın uzun sürmesini istemiş ve buna bağlı olarak savaş kaynaklarını tüketecek Türkiye’yi kendiliğinden Sevr’e razı etmeyi planlamıştı. Karadeniz’in güney kıyılarında, aralarında sürekli devam eden gerilimler ve sürtüşmeler nedeniyle zayıf tutulacak Türkiye, Yunanistan ve Ermenistan’ı gütme projesi şeklinde özetleyebileceğimiz Sevr bağlantılı bu emperyalist proje, Mustafa Kemal Paşa’nın dehası ile çökertilmiş; Büyük Taarruz ile dengesi sürpriz bir şekilde bozulan Yunan Ordusu imha edilmişti. Hızlı gelişen bu durum karşısında inisiyatifini kaybeden emperyalizm, kendini Sevr yerine Lozan’da bulmuştu.
BOĞAZLAR’I VE JEOPOLİTİK GÜCÜNÜ GERİ KAZANDIRMAYAN SÖZLEŞME: LOZAN
“Mudanya”dan gelen Kurtuluş Savaşı galibi Türkiye ile “Mondros”tan gelen I. Dünya Savaşı’nın galibi emperyalist devletlerin barış görüşmeleri niteliğindeki Lozan Konferansı, her iki tarafın da birbirine mağlup muamelesi yapması nedeniyle tarihte ender rastlanan bir olaydı. 20 Kasım 1922-24 Temmuz 1923 arasında kesinti nedeniyle iki aşamalı gerçekleşen gerilimli Lozan sürecinde emperyalist Batı’nın gösterdiği büyük dirence rağmen, -genel anlamda- iyi bir anlaşma imzalanabilmişti. Ancak, deniz vatan çıkarlarımızı koruyabilecek bir donanması henüz bulunmayan 1922-1923 Türkiyesi, “Türk Boğazları”nı 1774 koşullarına geri getirebilecek bir pozisyonda bulunmadığını ve “Türk Boğazları” konusunda memnun etmeyecek koşulları imzalamak zorunda kalacağımızı bilerek Lozan’a gitmişti. Neticede, 1923 Lozan Boğazlar Sözleşmesi, Türkiye’ye Boğazları’nı ve onun jeopolitik gücünü geri vermemişti. Lozan’ın Sevr’den başlıca iki farkı vardı. Birincisi, Boğaz kıyılarında emperyalistlerin işgali altındaki topraklar askersizleştirilmişti, yani işgalden kurtarılmıştı, ama Türk askerine de yasaklanmıştı. İkincisi, emperyalizmin bir aygıtı niteliğindeki Boğazlar Komisyonuna -sus payı olarak- bir Türk’ün başkanlığında çalışmasına izin verilmişti. Emperyalizmin örtülü olarak tam kontrolündeki tamamen serbest görünümlü geçiş rejimi ise Sevr’dekinin -hemen hemen- aynısıydı. Lozan ile “Türk Boğazları”nın jeopolitik gücünü geri alamamıştık, yine emperyalistlerde kalmıştı; ola ola emperyalistlerin kullandığı bu eşsiz gücün bekçilerinin bir oy hakkı bulunan başkanı olabilmiştik. İşin doğrusu, pek çok yönden parlak bir zafer olan Lozan, “Türk Boğazları” bakımından Atatürk Türkiyesi’ni mutlu eden bir sözleşme olmamıştır. Nitekim, denizden emperyalist baskıyı uzak tutamayan ve Marmara Bölgesi’ni istilaya açık hâlde tutan 1923 Lozan Boğazlar Sözleşmesi’nin yol açtığı savunma zafiyeti, 13 Ekim 1923’te başkentin resmî olarak da Ankara’ya taşınmasına yol açmıştı.
Atatürk’ün hedeflediği şey, Lozan Boğazlar Sözleşmesi’ni konjonktürel tadilatlar yoluyla ortadan kaldırıp “Türk Boğazları”nın 1774’teki jeopolitik gücünü geri kazanmaktı. Bunun taşlarını döşemek için dünya konjonktürünün değişmesini sabırla beklerken Türk Donanması’nı yoktan var etmenin çabası içindeydi. Lozan’dan 10 yıl sonra harekete geçen ve kötünün azıcık iyisi durumundaki Lozan Boğazlar Sözleşmesi’nin altına dinamit yerleştirip fitilini ateşleyen Atatürk, 1936’da Montrö’de -tam istediği gibi olmasa da-en kritik eşiği atlayacaktı. “Türk Boğazları”nın jeopolitik gücü Sevr’de tümüyle kaybedilmişti; Lozan’da geri alınamamıştı; detaylarını haftaya okuyacağınız Montrö’de ise o jeopolitik gücü, tümüyle geri almanın kapısı aralanacaktı. 87 yıl sonra bugün o kapı, hâlâ aralık ve tüm mesele, bu eşsiz jeopolitik gücü geri almak için devrimci cesareti gösterebilmekte…