Müşterek harekât
Savaş ortamında diplomasi gizli yapılır. Her anlaşmanın gizli maddeleri, açıklanmayan protokolleri vardır. Kapalı kapılar ardında ne konuştuklarını bilemezsiniz. Sahada yaşananlar ile yapılan anlaşmalar arasındaki bağlantı, ancak yıllar sonra, anlaşmaların gizli maddeleri açıklandığı zaman ortaya çıkar.
Fakat bazen öyle tuhaf anlaşmalar yapılır ki taraflar niyetlerini ve amaçlarını kendi halklarına açıklayacak laf bulamazlar. En sıradan insan bile yapılan anlaşmanın arkasında gizli bir plan olduğunu anlar.
Müşterek Harekât anlaşması bu türdendir. Saray Hükümeti anlaşmayı halka açıklamakta zorlanmıştır. Dışişleri Bakanı, anlaşmanın ilk anda akla bir “oyalama taktiği”ni getirdiğini itiraf etmiştir: “Bizi Mümbiç’teki gibi oyalamalarına izin vermeyeceğiz.” İştirak etmeye zorlayan mı vardı?
Millî Savunma Bakanı ise “Koridorun derinliği 30-40 km olmalı, bu konuda adımın atılacağını tahmin ediyoruz” demiştir. Ülkeyi bölmek için ordu kuran ve sürekli silahlandıran emperyalist bir güçle kendi topraklarında Harekât Merkezi kuruyor ve müşterek askerî planın sonuçlarını ancak “tahmin” edebiliyor! Laf arasında, “Rusya destekli rejim, ahlak dışı saldırılarını sürdürüyor” gibi sözlerle Atlantik’e kuş uçuruyor!
B ve C değil, Z’ye kadar alfabenin bütün harfleriyle plan hazırlasanız bile sonuç değişmez: müşterek harekât anlaşması direnç kaybını gösteren bir kırılma noktasıdır.
Aralık 2018’de ABD’nin 60-100 gün içinde Suriye’den çekileceğini, diplomatik temsilcilerini 24 saat içinde bölgeden tahliye edeceğini açıklaması Türk Ordusu’na kısa süreli bir imkân ve fırsat sağlamıştı. Türkiye, ABD-AB ve BM’den gelecek ikaz ve tehditlere aldırmadan hızlı bir askerî harekâtla PYD/PKK devleti kurma ve koridor açma girişimlerini tarihe gömebilir; sınır güvenliğini sağladıktan sonra Rusya, İran ve Suriye’yle yakın işbirliği içinde NATO etkilerini ve baskılarını dengeleyebilirdi.
Trump, Türkiye’nin bu harekâtı neden yapamadığını G-20 zirvesinde (Haziran 2019) açıkladı: “Kürtleri, yani IŞİD’i ve hilafetini ortadan kaldırmamızda bize yardımcı olan o insanları yok etmek istiyordu ve bunun için yaklaşık 65 bin askeri sınıra yığmıştı. Ben de bunu yapmamasını istedim. Kürtler Türkiye'nin doğal düşmanı, ancak Erdoğan bunu yapmadı. Onlar, o halkı ortadan kaldırmaya hazırdı. Ben ona (Erdoğan'a) bunu yapmamasını söyledim, o da yapmadı.” Tam bir “Amerikan rüyası!”
Müşterek Harekât Merkezi’ni Sayın Bahçeli şöyle açıkladı: “İkna edip (Amerikalıları) merkezî bir işbirliğiyle Türkiye’yi tehdit ve tehlikelerden kurtaracak bir akılcılığı öne çıkarmak lâzım.” Saray Hükümeti’ne telkin ve tavsiye politikası izleyen kesimler ise şöyle dediler: emperyalizme karşı mücadele inişli çıkışlıdır, bazen geri çekilmeyi, bazen ilerlemeyi gerektirir, ama yine de siyasî iktidar Amerika yerine Suriye’yle anlaşsaydı daha iyi olurdu.
Sokaklarda meydanlarda hiçbir tepki yok. 2003’te ABD Irak’a saldırırken Türkiye topraklarını kullanmak istemişti. TBMM’ye sunulan hükümet tezkeresi iki maddeden oluşuyordu: Türk Ordusu’nun yurt dışına gönderilmesi, yabancı askerlerin Türkiye topraklarına yerleştirilmesi. Tezkere’nin TBMM’de oylandığı 1 Mart 2003 Cumartesi günü Ankara’nın Sıhhiye Meydanı’nda DİSK, KESK, Türk-İş, Hak-İş, TMMOB, TTB, sosyalist parti ve derneklerin katıldığı, on binlerce yurttaşın desteklediği bir miting yapılmış; “Savaşa evet vatana ihanettir,” “Kahrolsun Amerikan emperyalizmi,” “Katil ABD, işbirlikçi AKP,” “Amerikan askeri olmayacağız” sloganları atılmıştı.
Günümüzde böyle bir tepkiyi hayal edebiliyor musunuz? AKP’nin sopası ve gâvurun parasıyla potansiyel toplumsal hareketler ehlileştirildi, sosyalist solun önemli bir kısmı HDP’nin kuyruğunda emperyalizmi unuttu, gerçekleşme ihtimali olmayan bir demokrasi budalalığı siyasî toplumun üzerine çöktü. Kitle hareketini yok edenler, Saray Hükümeti’nden ya da ABD’den çözüm bekleyenler rahat edeceklerini, kırılgan varlıklarını sürdürebileceklerini sanmasınlar.
Aslında Müşterek Harekât Merkezi buzdağının görünen ucudur; büyük bir paketin parçasıdır. Suriye’nin bölünmesinden, Astana Mutabakatı’nın imhasından, S-400’lerin depoda tutulmasından ve en önemlisi bütün siyasî partilere sirayet eden etnik anayasal vatandaşlık tasarısından oluşan paket evreler hâlinde açılacak. 2003’te kapıdan gönderilenler şimdi Saray Hükümeti’nin kararıyla bacadan girecekler. Paket açıldıkça ve gerçekler ortalığa saçıldıkça, organizması hâlâ canlı olan bütün kurumlarda, siyasî partiler ve hareketlerde yurtseverler işbirlikçilerden ayrılacaklardır.