Mutlu etmenin o eşsiz mutluluğu
Bu pazar gününde belki hoşunuza gitmeyecek. Ama yaşamın kuralı.
Bir gün gelecek vedalaşacağız. Sevdiklerimizle, evimizle, yerimizle…
Sosyal medyada bir yazı okudum.
İmzası ben de saklı.
İzin almak için ulaşamadım.
Yazı şöyle başlıyor:
“Üç adet ölmüş ev gördüm…”
Ben de gördüm.
Sonra yazdıklarını da gördüm… Sizlerle paylaşmaya karar verdim.
“Bu sebeple evimdeki lüzumsuz her şeyi vaktiyle dağıtmanın yoluna bakıyorum…” diye devam ediyor yazarımız “Sizin için değerli olan şeylerin başkaları için son derece değersiz olabileceğini bu sayede öğrendim. Vaktiyle dağıtın yoksa geride bıraktıklarınıza çok yük oluyorlar…”
Biraz bakış açımız farklı burada.
Başkasının ihtiyacı varsa, lüzumlular da verilebilir. Kalan da yük olmaz da zahmet olur… diyelim.
Neyse aradan çekileyim. Yazıyı bir okuyun. Evinizin içindekileri değişebilir, belki…
“Siz hiç ölmüş bir evde kaldınız mı? Tabaklarının dolaplarında öldüğü, en güzel fincanlarının, gümüş tepsilerinin, kristal bardaklarının raflarında can verdiği bir evde?
“Bir ev, içinde yaşayan öldüğü anda ölmez, evin ölümü daha uzun sürer, onun ölümü illa ki daha yavaş ve daha acılıdır.
“Açılmaya başlanan çekmeceler ve içindekiler ölür önce…
“Gümüş çatal bıçak takımları ve kutu kutu dantel sehpa örtüleri, rahibe işi masa örtüleri ölür…
“Hiç kullanılmamış olsa bile o çekmecelerde o kutularda yaşayan örtüler, evin sahibi öldükten sonraki ‘göz atılmalar’ sırasında, büyük bir acıyla ölürler…
“Çekmecesiyle birlikte ölürler; çekmecenin ferforje kulpu, topuzlu anahtarı, üzerindeki camlı büfesi, bir iki ‘bakılmadan sonra’ ölür…
“Sonra yerdeki Hereke’ler, Bünyan’lar vardır sırada… Yıllarca üzerinde gezen sahibinin pazar işi terlik topukları delmez de, ondan sonra gelenlerin ‘acaba ne yapsak bunları’ bakışları, kurşuna dizmiş misali deler, öldürür onları…
“Masalar ölür ‘ah nasıl taşıyacağız bunları’ laflarını duyunca, biblolar ölür ‘kime vereceğiz bunları’ sözleri üzerlerinde uçuşunca…
“Onca yıl yaşanan evdeki ayna sırları düşmüştür, kenarı kırılmıştır, çerçevesi solmuştur ölmemiştir ama, şimdi yabancısı baktığı gibi ona, oracıkta ölmüştür…
“Yatak bazası altındaki hurçta misafir takımları, banyodaki hasır kutuda lavanta keseleri; yıllardır el değmemiştir, ölmemişlerdir de, ne yapacağız bunları diye değen ilk el, öldürür onları…
“Bakılmayan fotoğraflar, bakılmadıkları yerlerde yaşarlar; nereye koyacağız şimdi bunları diye bakan ilk kişinin ellerinde ölürler…”
İşte böyle.
Bu yazıyı aktarmamın nedeni sizi hüzünlendirmek değil.
Her zamanki gibi çözüm üretmek.
Eşyalarınız, siz, adınız yaşasın diye.
Veriniz.
Yaşatacaklara veriniz.
Pazar işi topuklu terlik giyenlere mesela…
O kültürü taşıyanlara.
Hereke’leri sabunlu sularla silenlere…
Fotoğrafınızı çerçeveletip asacaklara…
Organ bağışı gibi.
Sizin parçalarınız yaşasın.
Dün Nihan Hanım telefon etti.
Emekli ikramiyesinin yarısından fazlasıyla çok özenerek aldığı bütün eşyalarını Görev Vakfı’na bağışladı. Hiç kullanamamış deprem olunca taşınmış. Öylece o evde kalmış.
Mutluluğu paylaştık.
Şimdi bilim olacak, sanat, kültür olacak. Asya Çağı Üniversitesi olacak. Burs olacak gençlerimize.
Hayattayken o mutlu etmenin, o eşsiz mutluluğunu tadınız.
Veriniz.
Hatta kullanım hakkını saklı tutarak evinizi, yerinizi…
Oh bir hafifleyeceksiniz ki…
Dünya gözüyle göreceksiniz o pırıl pırıl bakan gözleri.
DÜNYAYI KİM AÇ BIRAKTI
Bu yıl dünyayı zor günler bekliyor. Salgınla sarsılan üretim tam kendine gelecekken, bir de doğa koşullarından darbe yedi
BM iklimdeki değişiklik nedeniyle uygarlığın çökeceğini söylüyor.
Onların korkusu başka.
Kıtlık ve açlıktan göçler, ayaklanmalar olur diye korkuyorlar.
Kabahati doğaya yüklemek de ne kadar doğru, o da ayrı. Hem suçlu, hem güçlüler.
Emperyalist kapitalist sistemin gözü dönmüş kâr hırsı en büyük günahkâr. Daha çok… daha çok… diye diye dilsiz doğanın dengesini o bozmadı mı... Hâlâ bozmuyor mu… E doğa da sus sus nereye kadar… Onun sesini yükseltmesi de böyle oluyor. Bu yıl kimi yerde müthiş bir kuraklık var, kimi yerde seller sular…
Bu yıl Güney Afrikalı tahıl üreticilerinin beşte biri ektiği beyaz mısırın yüzde 60'ını kaybediyor.
Brezilya, Arjantin ve Paraguay'da uzun süreli kuraklık, hasatları ciddi derecede etkiliyor.
Çin, iklim değişikliği nedeniyle bugüne kadarki en ağır tarımsal üretim koşullarıyla karşı karşıya. Kışlık buğday mahsulü yüzde 20 azaldı.
ABD'de yetiştirilen mısırın üçte biri artık resmi olarak kuraklık bölgesinde.
Afrika Boynuzu'nda, yani Somali, Cibuti, Etiyopya, Eritre, Sudan, Güney Sudan, Kenya ve Uganda’da art arda süren üç kurak mevsim nedeniyle, yüzbinler evinden oldu, sürülerle hayvan telef oldu, ürün mahvoldu...
Hindistan'da aşırı sıcakların en sert vurduğu bölgelerde buğdaydan elde edilen verim yüzde 50 düştü.
Fransa'da yaşanan görülmemiş kuraklık tarım ürünlerinde yüzde 30'luk azalmaya neden oldu.
Nijer ve Moritanya yüzde 40. Moritanya'nın biyokütle üretimi, orman yangınları ve kuraklıktan etkilenen bölgelerde yüzde 80 azaldı.
Kuraklıkla geçen dördüncü yıl, Almanya'nın doğusundaki mısır üretimini etkiledi.
Pakistan’da, aşırı sıcaklara bağlı kuraklık nedeniyle ürünün neredeyse üçte birinde hasat kaybı yaşandı.
NASA, ABD'nin batısında bugüne kadarki en ağır kuraklıklardan birinin yaşandığı uyarısı yaptı.
Aç baş uslanır mı acaba?
Yoksa dünyanın mazlum ülkeleri birleşir, uslandırır.
CHP’NİN EFENDİSİ KİM
Kılıçdaroğlu, planlanmış görevlerini yerine getiriyor.
Dedi ki gidiyorum. Nereye?
Roboski’ye.
Uludere’nin adını da cebindeki deftere böyle mi not ettirmişler.
Öde öde borç bitmez.
Hiçbirinden memnun olmadılar.
Bulmuşlar oynatıyorlar sanki.
HDP Eş Genel Başkanı Mithat Sancar, TELE1’de katıldığı programda gündemi değerlendirirken yetmez, somut konuşsun diyor:
“Çözüm sürecini, bir barış ve toplumsal dönüşüm süreci olarak düşünmek gerekiyor. Silahların susması meselesi doğrudan doğruya örgütle konuşulması gereken bir meseledir. O zaman bunun İmralı’da yürütülmesi herhangi bir yanlışlık içermiyor, ama hem HDP hem Öcalan ‘dar kalmamalı’ diyordu. (…) Yeni bir barış sürecini tabandan nasıl kurabiliriz buna bakmalıyız. Muhalefet de bunu nasıl yapabileceği üzerinde daha somut konuşsun. Bu iş şu an ki iktidarla çözülecekmişiz darlığından çıkarılmalı. Toplumsal, siyasal geniş bir mutabakat hedeflenerek geleceğe dair bir vaatte bulunmalıyız.
(…) Bu süreçler biraz böyledir pedal çevirmek zorundasınız. Pedalı bırakırsanız bisiklet devrilir. İlk krizde ‘Masadan kalkıyorum’ deme hakkınız yok.”
Bakalım nereye kadar çevirecekler pedalı!
BİLİM DİYOR Kİ: ZENGİNLE ARKADAŞ OL!
Harvard Üniversitesi’ndeki araştırmacılar, yoksulluğu aşmanın yolunu bulmuş: Zenginlerle arkadaş olmak. Sanal ortamdaki sosyal bağlantıların ülkedeki ekonomik eşitsizliği nasıl etkilediğini görmek için 72 milyon kişi ve Facebook'ta 21 milyar arkadaşlık incelenmiş. Hakemli bilimsel dergi Nature’da iki makalede bulgularını açıklamışlar.
Öyle gülümsemeyin.
Koskoca Harvard Üniversitesi!
Bilimsel araştırma yapmışlar aylarca.
O dergide herkesin yazısı yayımlanmaz…
Çok hakemlidir… çok bilimlidir…
Düşük gelirli ve yüksek gelirli kişilerin daha çok bağlantı kurduğu bölgelerde yaşayanların sınıf atlama oranları daha yüksekmiş.
Bu bağlantılar gerçek hayatta genellikle okullar ve dini gruplar aracılığıyla kuruluyormuş.
Araştırma aynı zamanda “siyaset yapıcıların”, siyasetleri tasarlarken sosyal etkenleri ve müdahaleleri dikkate almalarının “neden önemli” olduğunu vurguluyormuş.
Yani, ne diyeyim. Yazarken bile dişlerimi sıkarak yazıyorum.
Arkadaşlarının yüzde 70'inin varlıklı olduğu mahallelerde büyüyen yoksul çocukların gelecekteki gelirlerinin ortalama yüzde 20 daha yüksek olduğu saptanmış.
Demek ki zengine değince bulaşıyor, yapışmasa izi kalıyor…
Araştırmacılar bunu "ekonomik bağlılık" diye adlandırıyor.
ABD’de öyle eşitlik dediğiniz ödediğiniz vergi kadardır. Oturduğunuz bölge zaten öyle ayrışıyor. Yediğinizden, içtiğinizden, okulunuzun öğretmeninin kalitesine kadar ona göre. Konserve mi, taze meyve sebze mi bile örneğin, isteseniz de alamazsınız, satılmaz. Okuldan mezun olduğunuzda da gideceğiniz yer bellidir. Kader çizilir. Hiç kapısına bile yaklaşamayacağınız üniversite!
Ha belki sporcuysanız fırlayıp bir ikisi o şansı yakalar. Eskiden bu seçilenler, üniversiteye kadar gelenler arasında okuma yazmayı bile düzgün bilmeyenler var denirdi. Neden? Çünkü üniversitenin reklamı olacak. Para getirecek…
Hani, bir rüya görüyorsanız.
Bir toplu iğnecik batırayım dedim.
Gerisi de var isterseniz.